Chosen Master RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Chosen Master RPG
 
AnasayfaAnasayfa  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Kurgu
    Profesör Austin'in deneyi yalnızca özel yetenekli gençlerin ortaya çıkmasına sebep olmamıştı. Okul pencerelerinden, kapılarından sızan buharın; toprakla, havayla, suyla ve çeşitli elementlerle etkileşimi sonucu bir takım varlıklar daha oluştu. Bunlar tekin yaratıklar değildiler ve gelecekte özel yetenekli Master'lara büyük sorunlar çıkaracaklardı.
Yönetim Kadrosu
Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Ynetici2Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Ynetici3Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Ynetici4
Duyurular
#Sitemiz açılmıştır.

#Sitemizdeki avatar boyutu, 150|3xx'dir.

#Sınıf başkanı seçimlerine adaylık için lütfen Tık.


 

 Got my brain standby mode, left half right half none is responding.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Frøydis V. Solskjær
Naturalis | Tiro | Bina Başkanı
Naturalis | Tiro | Bina Başkanı
Frøydis V. Solskjær


Nerden : Norveç

Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Empty
MesajKonu: Got my brain standby mode, left half right half none is responding.   Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Icon_minitimeÇarş. Eyl. 14, 2011 11:40 pm

    Fenalaşmıştı. O en derinden köpürerek ama oldukça sakin ve temkinli yükselen his sonucu fenalaşmıştı. Görüş açısındaki varlıkları algılama biçiminde bir gariplik hissetmeye başladığında ve omurgasından aşağı inen o hafif gıdıklayıcı hissi duyumsadığında, bir şeylerin ters gitmeye başladığını fark etti. Yanından geçen kısa boylu esmer kadının oğluna söylediği bir şeyler, bir şeyler, doğru dürüst anlayabildiği son cümleler oldu. Sonrasında, etrafında neşeyle bağırışan çocuklar ve ailelerinin sesleri, sanki bir düş aleminde birbirine karıştı ve kesintisiz bir uğultuya dönüştü. Sesler, sanki dönüp duruyordu. Belki bir değirmen çarkının sesini andırdığı için öyle geliyordu ona. Cümleler, havaya sözcük öbekleri halinde bütün anlamlarıyla savrulurken, olağandışı bir anlamsızlıkla, ses karmaşası olarak çalınıyordu kulaklarına. Yürümeye başladı, gözlerinin çevreyi algılayışındaki belli belirsiz bir değişiklik, o an daha fazla rahatsız ediyordu onu. Huzursuzca birkaç kere kırpıştırdı gözlerini. O kırpmalar sonunda, sanki önüne bir portal çıkmış ve görmemişçesine, kendisini bir otobüsün içinde, taşıtın floresan lambalarının altında sarı bir demire tutunmuş olarak buldu. Dehşet içinde, hayvanat bahçesini terk edişini ve otobüse binişini yaşadığı anların zihninde olmadığını fark ettiğinde, parmakları istemsizce demiri daha sıkı kavradı. Başını hafifçe kaldırdığında bir çift beyaz dudak gördü; bembeyazdılar. Üstüne henüz yazı yazılmamış bir kağıttan daha beyaz. İnceciktiler. Sarsılmaz bir kararlılığın, acı çeken insanlara karşı büyük bir horgörünün ifadesiydiler. Dudakların sahibiyle göz göze gelmek istemedi, dudaklarındaki bu ifadenin sebebiyeti kendisine mahsustuysa eğer- bu olasılığı düşünmek istemedi. Nasıl göründüğünü merak ettiyse de, camlardaki yansımasından da kaçırdı bakışlarını. Otobüsün kapılarının açılış sesini duyduğunda, gözleri camın dışarısını birkaç saniyede taradı ve kendisini açık havaya bıraktı. Büyük kapıdan içeri, bahçeye girerken, gırtlağından yükselen hafif bir hırıltı yanından geçen kızın ona dönmesini sağladıysa da, kendisi yoluna devam etti. Ana binanın kapısından içeri girerken korkunç bir bulantı kapladı içini. Bir galvanik akünün teline dokunmuş gibi zangır zangır titremeye başladı. O içindeki his, bir melodi gibi içine yayılıyordu. Hayır, asla tatlı değil. Daha çok, kiliselerde çalınan o orgun çıkardığı ağır ve dikey o müzik gibiydi. Öyle temkinli, ama hızlı bir şekilde yayılıyordu ki, onu tam anlamıyla kavrayabilmesine olanak verecek mantığı devreden çıkmıştı bütün bedeni o hisse teslim olduğunda. Ruhu müthiş bir hızla karanlık bir kuyudan aşağı yuvarlanmıştı adeta. Birkaç saniye nefes alamadı. Nabzının durduğunu hissetti, kalbi atmadı. Sonra tekrar normale döndü vücut fonksiyonları. İradesini yitirmemişti, ama gittikçe güçsüzleşen insansı duygularının farkına varabiliyordu, küflü kokuyu burun deliklerine dolduran kapıyı ittirdiğinde.


      xxx

      Tek başına, hayvanat bahçesinin tam merkezinde yer alan o koskocaman alana bakıyordu. Her tarafın yapraklarla bezendiği bir alandı; çimenler, türünü bilmediği ve tellerin yayılmasını engelleyemediği hoş kokulara sahip çalılar vardı. Telleri olmasaydı belki yapay olmadığı sanılabilecek bir ortamdı. Tek yapması gerekenin görüş alanına giren bir primatı seyretmek olduğunu biliyordu. Alanın çevresinde, her yönde - batı dışında, orada yeşile boyanmış beton bir duvar yükseliyordu- koyu yeşil teller vardı. Buradaki hayvanlar için, hapishaneden kurtulmanın bir yolu yoktu. Muazzam kafesin batı tarafında yapay ve kısa bir çağlayan göğün günbatımı pınarlarından aşağı, minik bir gölete sessizce ve yapaylığın verdiği kesintisizlikle akıyordu. Zıt yönde ise, ağaçların koyu yeşilliği her tarafı kaplıyordu. Bulunduğu yerden bir bakışta kafesin hem doğu, hem de batı uçlarını görebiliyordu. Bu uçların görünüşlerindeki tuhaf bir farklılık dikkatini çekti. Batıdaki, orman güzellikleriyle dolu kocaman bir ağaçlıktı. Gökteki gözün eğik gönderdiği ışıklarla parlıyor ve ısınıyordu. Yeni yeni çıkan tohumlar, kahkahalar atıyordu. Çimenleri kısa, esnek, ve hoş kokuluydu. Aralarında yer yer çiriş otları vardı. Ağaçları kıvrak, şen, dikti; parlak, narin ve heybetli. Doğu ağaçlarının şekillerine ve yapraklarına sahiptiler. Kabukları girintili çıkıntılı, odunsuydu. Bu manzara etrafındaki çocuklu ailelere derin bir canlılık ve neşe duygusu saçıyordu şüphesiz. Kafeslere kapatılmış hayvanları görmek, buradakilerin bir numaralı eğlence kaynağıydı. Kafesin diğer, yani doğu tarafı kapkara gölgelerle kaplıydı. Oradaki her şey kasvetli, lakin güzel ve huzurlu bir loşluk içindeydi. Ağaçlar koyu renkliydi; şekilleri ve edaları hüzünlüydü. Akla yas ve vakitsiz ölüm düşüncelerini getiren üzgün, ağırbaşlı, hayaletimsi biçimlere bürünmüşlerdi. Çimenler de ağaçların koyu renk tonunu benimsemişti. Sarkıyordu, bükük uçları. Arada yer yer küçük ve çirkin tepecikler vardı. Dar ve alçaltılar, fazla uzun sayılmazlardı. Üstlerine ve etraflarına sedefotları tırmanmıştı. Mezarlara benziyorlardı. Genç kız öyle olmamasını umdu. Bazı primat türlerinin, yani aslında sadece gorillerin, ölen bireylere cenaze düzenlediklerini biliyordu lakin, buradaki görevliler buna izin vermez ölen hayvanın bedeninin çöplüğü boylamasını sağlarlardı. Batı tarafına çevirdi yine bakışlarını. Ağaçların gölgesi suya düşüyor ve sanki gömülüyor, suyun derinliklerini karanlıkla döllüyordu. Yakınlardaki bir çalının yaprakları arasından süzülüp iki metre önünden geçerken gördü onu, göz göze geldiler. Gözleri ayna gibiydi. Öyle ki bir kristaller diyarını andırıyordu, kahverengi bir parlaklığa bulanmış bakışlarının nerede sona erdiğini anlamak güçtü. Yanındaki sarı saçlı Amerikan çocuğun babasının elini çekiştirerek ve bağıra çağıra sarf ettiği sözcükler, belirsiz şeylerdi artık. İçinde bulunduğu durum farkındalığını yitirmesine yol açıyordu. En azından, insansı farkındalığını. Dışarıdan bakıldığında, insanların aslında genç kadının ne yapıyor olduğunu, anlamasının olanağı yoktu. O an göz göze geldiği hayvanın morfogenetik alanını algılayıp kendisininkiyle karşılaştırıyor gibi değil de; bir yaz ortası öğle vaktinde, uzun ve derin bir uykuya dalmış, tamamen hareketsiz duran birine- uykudayken, dış etkilerin müdahalesi olmadan yavaşça bilincini kazanan birine benziyordu. Ya da kendisini fazlaca kaybetmiş bir hayvansevere.

      xxx



    Göğsüne kadar çektiği bacaklarını kollarıyla kavramıştı sıkıca. Sırtı duvara yaslıydı ama öne eğildiği için, kamburu çıkmıştı. Sarı saçları darmadağın olmuştu. Duyuları eskisinden keskindi, ama tuhaf bir durumdaydılar. Çoğunlukla, rastlantısal bir şekilde birbirlerinin işlevlerini görüyorlarmış gibiydiler. Eskiden yarı küresel ola görüş alanı daha farklı bir boyut kazanmış, neredeyse tam küresel bir duruma geçmişti. Bodrum katındaki bütün nesneleri, zaten bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaydılar, görebiliyordu sabit bir noktaya baktığında neredeyse. Dış retinalarına, yani göz kenarlarına vuran ışık ön ya da iç yüzeylere vuran ışıktan çok daha güçlü bir etki yaratıyordu. Görüş alanındaki nesneler açıklıklarına ya da koyuluklarına, hatlarının kıvrımlı ya da köşeli olmasına, hareketli veya hareketsiz olmasına göre gruplara ayrılıyor bu bu gruplar sonsuza kadar gidiyor gibiydi. Duyuşu da aynı şekilde etki altındandı, ama işleyiş tarzında bir değişiklik yoktu. Gerçek sesleri müthiş bir netlikle, dokunma duyusu kadar yoğun olarak algılıyordu. Lakin, karşısına bir insan geçip konuşsa, o an onun sözcüklerinin anlamını kavraması, sesleri bir insan gibi anlamlandırması olanaksızdı. Bütün içini ele geçirmiş ve zincirlerini koparmış o hayvan, genç kızın insan ruhunu nereye kapatmıştı bilinmiyordu ancak; bütün benliğini ele geçirdiği bir gerçekti. Odanın köşesinde hareket eden bir şey görüş alanına daldığında hızla yerinden kalkıp - ayakları üzerinde ellerinin parmakları yere değecek kadar doğrulup sadece- o köşeye doğru ilerledi. Bodrum katına nasıl girdiği muallak olan bir güvercin, kuyruğunu yerde sürüyerek ilerliyordu. Gözleri insanlıkla alakası olmayan bir şekilde parlayan mavi gözlerin sahibiyle göz göze geldi kuş. Bunu takiben kuşun çığlıklar ve çırpınmalar eşliğinde havalanması o şeyin barışçıl olan niyetini değiştirmiş, onu öfkelendirmişti. İçinde aniden patlayan volkan gibi kaygan ve yakıcı şeyi hissetti. Oysa ki sadece korkmuştu. Bu ani hareketlerin sahibi olan varlık, kendisini tehlikede hissettirmişti. Bu vahşice havalanmayı ve kanat çırpışları gören hayvan birden dehşete kapıldı. Görüş alanı, koyu bir bordoya boyanmış gibiydi bir an. Sonra bir an kolunun büyük bir çeviklikle havaya yükselen kuşu kavramasıyla diğer eli tek bir kararlı hareketle kuşun başını, neredeyse gövdesinden ayırdı. Kan görünce iyice deliye döndü. Dİşlerini gıcırdatarak, gözlerinden alevler saçarak kuşun kafasını gövdesinden tamamen ayırdı. Ağzından çeşitli hırıltılar çıkmasına engel olamıyordu. Bundan acı çekiyordu derinlerdeki insan benliği; ve onu gözü dönmüş bir aygırın vahşiliğiyle bastırmış o hayvan iç güdüsü, orangutanla fazla etkileşimde kalması sonucu patlamasını engelleyemediği o hayvansı his, epey haz alıyordu. Boğazından tarifi oldukça zor, pes, yüksek perdede bir ses çıktı; orangutan çığlığı. Kuşun son çığlıkları kulaklarına tüm kederli kadanslarıyla geliyordu ve onun yaslı tonunun tüm çeşitlemelerini duyuyordu; ama onun için alçak hayvansı çığlıklardan başka bir şey değildi. Artık işlemeyen mantığına, bunun normal koşullarda özbenliğinde yol açacağı acılar hakkında bilgi vermiyorlardı. Sadece bir kurbanın sesleriydi. Parmaklarının arasından süzülen kanın ılık hissiyatı, tüm varlığını anlatılamaz bir duyumsal hızla doldurdu. Hayvansı bir duyumsal haz. Baştan aşağı bir hayvan gibi, tüm algıları tamamen duyumsaldı. O an çok farklı bir işleyiş haline girmiş beynine gönderilen sinyaller, bastırılmış olan insan ruhunun kavrayışı tarafından kesinlikle şekillendirilmiyordu. Kuşun birkaç damla kanı siyah pantolonuna damladı onu bulduğu köşeye fırlatırken. Ve geldiği gibi, ellerini sürüyerek neredeyse, biraz önceki yerine döndü. Tam da oraya. Sanki orası belirlenmiş yaşam alanıymışçasına. Merdivenlerin üzerindeki kapı açılırken, garip bir laciverte bürünmüş gözlerini kapıya dikti. Bulunduğu bölgeye giren yabancıya odaklandı gözleri. Göğsü, hızlı hızlı alıp verdiği nefesleri yüzünden inip kalkıyordu. Dudakları hayvanlara özgü o tatminsizlik ifadesiyle gerildikten sonra, dudaklarından çok yüksek olmayan, tehditkar bir ses yükseldi. İnsanlar arasında anlamı olmayan ama bir orangutan kabilesi içinde anlamı oldukça net bir ses. Kimsin?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lucian Langeais
Ingenious | Tiro
 Ingenious | Tiro
Lucian Langeais



Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Empty
MesajKonu: Geri: Got my brain standby mode, left half right half none is responding.   Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Icon_minitimePerş. Eyl. 15, 2011 1:07 pm


    Normal bir adamın, bu sesleri duyduktan sonra bodruma inmekten vazgeçeceğini biliyordu ancak o, normal bir adam değildi ve sırf seslerden korktuğu için - ki gerçeği söylemek gerekirse korkmamıştı bile, sadece içgüdüleri kaçmasını söylüyor, adamsa buna karşı geliyordu - yapmaya karar verdiği bir şeyden vazgeçecek değildi. Bir güvercinin korkuyla yükselen sesini ve kanatlarının hızla birbirine çarpışını duymuştu ilk olarak. Aklına gelen ilk şey bodruma nasıl girdiği belli olmayan bu narin yaratığı yakalamak ve dışarıya salmak olmuştu ve bunun hemen peşi sıra yükselen, derinden gelen ve adrenalin salgılamasına neden olan hayvani sesi duymuştu. Bir hayvan çığlığı. Hemen ardından güvercinin kanat çırpışlarının ve acılı bağırtısının sesi kesilmişti. Lanet olası bir vahşi hayvan çığlığı gibiydi bodrumdan yükselen ses ve bu, adamın hafifçe titremesine, yüzünün solmasına yetmişti. Aklına gelen şeylerin gerçek olmasının imkânsız olduğunu biliyordu bilmesine, yine de zihninde dolanan düşünceyi gömemiyordu derinlere. İçeriden gelen hafif hırıltılar ve homurtuları duyan tek kişinin o olup olmadığını merak etti bir an için ardından beyninde dolanan düşünce, neonla yazılmış harflerle gözlerinin önünde belirdi Ya içeri vahşi bir hayvan girdiyse? Aslında çok bir şey olmazdı ama duyduğu çığlık, içinde büyük bir şüphe ve ondan da kuvvetli bir merak olarak yüzeye vuruyordu. Adımlarını hızlandırdı ve yarı açık demir kapıyı iterek içeriye ışık girmesini sağladı. Aynı anda içeriden yükselen ve ilkine göre daha boğuk olan bir homurtuyla karşılaştı. Bu homurtu bir şekilde hem çok hayvani bir şekilde tehditkârdı, hem de altında yalnızca bir insanın ses tellerinden çıkması muhtemel bir tonlamayla şekillendirilmişti.
    Ne göreceğini bilmemenin kararsızlığı içinde zihninde bedenini saran bir kalkan hayalini kurdu, çevresine hızla yayılan ve yalnızca kalkanın içinde kalan insan için görülebilir o mavimsi parıltıyla zindandan içeri girdi. Havada küf, pas ve hafif bir demir kokusu alıyordu. Kokuların birleşimi o kadar tanıdıktı ki bir an için midesinin bulanmasını ve aklına gelen o iğrenç görüntüleri dahi engelleyemedi.


      Evin arka tarafından gelen motor sesleri üzerine uyanıyor. Annesini uyandırmamak için halıların yumuşak yüzeyine sessizce basarak bir kedi kıvraklığında alt kata iniyor ve o zaman, garajlarının biraz ilerisindeki ve babasının her daim kilitli tuttuğu misafir evinin kapısının açık olduğunu görüyor. Babasının girmesini yasakladığı evin içinde kıpırdanan gölgeler görüyor ve kendi evlerinin karanlığına gizleniyor, bir yandan da insanların evden çıkmasını ve arabaların gitmesini bekliyor. Yarım saat kadar sonra uğruna beklediği her şey gerçekleşiyor ve mutfaktaki kedi kapısından dışarı, gecenin serin ve gizemli karanlığına adım atıyor. Aynı anda misafir evinden bir çığlık yükseliyor. Daha yedi yaşına yeni girmiş, Süpermen olduğuna inanıyor ve üzerinde de annesine zorla aldırdığı Süpermen kostümü var. Daha çok küçük ancak duyduğu çığlığın bir tür yardım sinyali olduğunu anlayacak kadar da büyük. Bu ve buna benzer çığlıkları pek çok kez duymuş yatağında uyanıklık ve uyku arasında gidip gelirken aslında ancak bunun kendisini garaja çağıran kriptonit olduğuna fazlasıyla eminmiş ve yatağından kalkamayacak kadar da tembelmiş. Ancak bu kez tamamıyla uyanık ve bunun bir çığlık, bir kadın çığlığı olduğunun da fazlasıyla farkında. Hızlı adımlarla misafir evine gidiyor ve yarı açık kapıdan kolayca içeri süzülüyor. Çığlık ve kahkaha seslerinin geldiği bodruma doğru ilerliyor. Bodrumun iki kapısı olduğunu biliyor bir şekilde ve bunlardan gizli olanına doğru ilerliyor. Bu eve daha önce girmiş ve saklambaç oynarken o gizli kapıyı fark etmiş. Ancak bunu net olarak hatırlayamayacak kadar küçükmüş o zamanlar. Gizli kapıdan giriyor ve içeriden gelen küf, pas ve hafif bir demir kokusunu alabiliyor. Bedeni korkuyla titrerken sessiz kalmak için çabalıyor ve sonra onu görüyor. Çığlıkların sahibesini. Kadın kollarından tavana asılmış ve çıplak bedeni kanla kaplı. Daha tüm kokuları ve olayları anlayamıyor, gördüğü tek şey acı çeken, beyaz teni kırmızı lekelerle ve beyazımsı sıvılarla kaplanmış bir kadın ve bir köşede pantolonunu giyen babası. Aralarındaki ilişkiyi kurmak için henüz çok küçük. Ancak yeterince büyüdüğünde, kadının başına ne geldiğini rahatlıkla anlayabilecek. Bu kadın büyük ihtimalle, babasının emirlerine karşı gelen birinin karısı, kardeşi veya çocuğu ve babası, adama acı çektirmek adına bu kadını kaçırıyor, adamın gözleri önünde genç kadına önce işkenceler yapıyor ardından tecavüz ediyor. Kadının mavi gözleri küçük çocuğunkilerle birleşiyor ve hafifçe gülümsüyor çocuğa. Sonrası bir silah sesi ve patlayan bir beynin görüntüleriyle dolu.


    Merdivenlerden aşağıya inerken beyninde yükselen bu bölük pörçük anıyı geçmişin ağırlığıyla ezmeye çalışıyor ancak merak etmeden geçemiyor, neydi o güzel gözlü kadının adı? O kadın, Lucian için hayata tutunma sebebi olmuştu uzun bir süre. İçinde olduğu acılı ve boktan duruma rağmen minik bir çocuğa gülümseyebilecek kadar umursamaz ve ölümü, birazdan öleceğini bilen birinin yapacağının aksine, parıldayan bir gülümsemeyle kucaklayabilecek kadar cesur. Ölümü kurtuluş olarak görmüştü o güzel yabancı ve haklıydı da muhtemelen. Şimdi ondan aldığı cesaretle birlikte bodrumun zeminine attı adımını ve yüzünü hafifçe sola çevirdiği anda yerleri kaplayan kan izini gördü adam. Duvarın, diğer kısımlara kıyasla çok daha aydınlık olan kısmından, en karanlık kısma doğru çekilen bir çizgi. Sanki biri ellerini kana bulamış ve ardından yerleri sürerek saklanmaya gitmişti. Kanın nereden geldiğini merak etti ve deri ceketin arkasında duran silahına attı elini. Silahı dışarıya çıkarmadan kan izlerini takip etti ve bir kenara fırlatılmış, beyaz tüyleri kanın kusursuz rengiyle lekelenmiş bir güvercinin bedenini gördü. Ters olan bir şey vardı ve biraz daha dikkatle baktığında, bunun kafası koparılmış bir güvercin olduğunu anladı. Nefesinin altından konuştu yavaşça. “ Lanet olsun! “

    Hızla arkasını döndü ve o anda karanlıktan yükselen tehditkâr bir homurtu duydu. Zihninde daha önce etme fırsatı olmayan yüzlerce küfür dönüyordu ancak bunlar boğazından çıkmıyordu bir şekilde. Adımları yavaş, fazlasıyla dikkatli ve elinden geldiğinde sessizdi. Kuşun kafasını kopartanın vahşi bir hayvan olduğuna emindi ve bu sebeple onu kızdırmamak adına tüm hareketlerini görebilmesini sağlayacak biçimde büyük ve yavaş hareketler yapıyordu. Arkasında bir anda beliren panter yüzünden tüm kasları gerildi ve sonra bunun kendi ruh hayvanı olduğunu anladığı anda eski haline döndü.

    ‘ Sana bunu yapmamanı söylemiştim. Bir anda ortaya çıkma. ‘ ‘ Dikkat et Lucian. ‘ ‘ Tanrı aşkına, zihnimden çekil, güvende olduğumu ikimiz de biliyoruz. ‘ ‘ Kendinden bu kadar emin olma. Unutma ki Narcissus güzelliğine olan- ‘ ‘ Narcissus kendi güzelliğine olan hayranlığı yüzünden ölmüştü vesaire, vesaire, vesaire. Ben kendime hayran değilim, hatta kendimden tiksiniyorum. Bunu en iyi sen biliyorsun. Sadece güvendeyim ve bunu biliyorum. ‘ ‘ Ölümün kendi elinden olacak sersem şey. Bir gün kalkanın işe yaramayacak ve ikimizi de ölüme sürükleyeceksin. ‘ ‘ Biraz optimist olmaya ne dersin, ha?’ ‘ Optimist olsam beni dikkate alacak mısın? ‘ ‘ Sanırım… Hayır. Bunu yapamam. ‘ ‘ İşte bundan söz ediyordum, sen tam bir- ‘ ‘ Sus olur mu? Dikkatimi dağıtıyorsun. ‘

    Bunun işe yaraması Lucian’ı içten içe şaşırtsa da, hislerine hâkim oldu ve ileriye birkaç adım daha attı. Aynı anda karanlıktan çok daha yüksek ve tehlike dolu bir homurtu yükseldi ve kalkanın mavi yüzeyine şangırdayan bir şeyler çarptı. Lucian karanlığa daha dikkatli baktığında parlayan bir çift mavi göz gördü ve ölüşünü izlediği kadın aklına geldi. Beklediğinin aksine orada gizlenen şeyin bir hayvan olmaması adamı delicesine korkutmaya başlamıştı. Hangi insan bir kuşu yakalayabilecek kadar çevik ve kafasını koparabilecek kadar kuvvetli olabilirdi ki? Aslında bu soruyu sormaması gerektiğini biliyordu. Cevabı gözlerinin önündeydi, mavi gözler insancıl olmayan bir şekilde parıldıyordu. Panterinin arkasında belirdiğini ve hırladığını hissetti, bu sese tepki olarak karanlıkta gizlenen insan, hızla solumaya ve ışığa doğru dönmeye başladı. İkinci bir şok bedenini sarstı adamın. Bu sarışın bir kadındı. Elleri kanlıydı, dudakları dişlerini ortaya serecek kadar geriye çekilmiş ve kambur bir şekilde duran bir kadın. Zihninde bu kadının duruşunu ve çıkardığı sesleri incelediğinde aklına gelen ilk kelime primat oldu. Birkaç adım geriye çekildi ancak kaçarsa kovalanacağını biliyordu ve bu sebeple olduğu yerde durdu. Omzunu dikleştirdi ve elindeki silahı arkasına sokarak iki elini yukarı kaldırdı. Hafifçe boğazını temizledi ve yatıştırıcı olacağını umduğu bir sesle konuşmaya başladı. Kadının ne kadarını anlayacağını biliyordu bu sebeple basit kelimeler halinde konuştu. “ Sana zarar vermeyeceğim. Sakin ol. Korkma. ”


En son Lucian Langeais tarafından Cuma Eyl. 16, 2011 6:07 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Naturalis | Tiro | Bina Başkanı
Naturalis | Tiro | Bina Başkanı
Frøydis V. Solskjær


Nerden : Norveç

Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Empty
MesajKonu: Geri: Got my brain standby mode, left half right half none is responding.   Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Icon_minitimePerş. Eyl. 15, 2011 7:00 pm

    Karanlığa gömülmüş bedeniyle zindanın bir ucunda dururken, ittirilen demir kapının taş zemine sürtünme sesisini duyduğunda dikkat kesildi. Vücudu dikleşti, gözleri kısıldı ve o tek noktaya sabitlendi. İçinde bulunduğu zindan ne kadar büyük de olsa, o an durduğu yer, geniş bir görüş açısı ile neredeyse zindanın her bölgesine hakimdi. İçeri giren varlıkla beraber hareket etti gözleri. İnsan. Adam ilk önce henüz kanı kurumamış olan güvercin cesedinin olduğu köşeye yöneldi temkinli adımlarla. Dudaklarından dökülen bir fısıltı duyuldu zindanda, ama ne dediğini anlamadı elbet. İnsan, yavaşça dönüp kendisinin bulunduğu tarafa yönelmiş de olsa, henüz kendisini görmediğini biliyordu. Bir an bile kırpılmayan gözleri adamın kaslarının görülebilir her bir hareketini izliyor, saldırmasını gerektirecek bir durumda olup olmadığını yokluyor ve yabancı varlığın niyetini anlamaya çalışıyordu beden dilinden. Aralarında az bir mesafe kaldığında huzursuzca kıpırdanmasına sebep oldu bir şey. Davetsiz misafiri dışında başka bir yaratığın, bir hayvanın, varlığını algılamıştı. Sırt kasları iyice gerildi, gözleri önce bulunduğu yerin sağını sonra solunu taradı hayvanı görebilmek için. Lakin, hiçbir yerde göremedi. İç güdüleri ve duyularının onu yanıltıyor olma ihtimali yoktu. Bir hayvanın Hayatının üzerine kurulduğu bir mekanizmaydı bu ve, asla yanlış çalışmazdı. Yabancı hayvanı hissediyordu ancak göremiyordu ve bu, boynunda bir damarın zonklamasının giderek artmasına ve beyninde bir şeyin kaynamaya başlamasına sebep oluyordu. Hayvanın kokusunu analiz edebilmek için birkaç uzun nefes çekti içine, fakat o da işe yaramadı. Olan bir varlığı algılamıyordu, lakin olmayan bir şey de değildi; algılıyordu onu ama beş duyusuyla değil. Daha ilkel, en ilkel iç güdüsüyle. En eski zamanlarda tohumu ekilmiş o hayatta kalma güdüsü, o anki tehlikeyi algılıyordu. Ne olduğunu göremese de, kendi türünden bir hayvan olmadığını hissedebiliyordu ve bu, hayvanı patlayacak bir bomba haline getiriyordu. İnsan kendisine daha da fazla yaklaştığında, iyice huzursuzlanarak yerden eline gelen soğuk metalleri kavradı ve adama savurdu. Bundan daha açık olamazdı mesaj. Yaklaşma. İçine saklandığı gölgelerin arasından sıyrılmasını sağladı öne doğru attığı iki adım. Loş ışık, dudaklarının gerilerek ortaya serdiği dişlerinde parlıyordu. Ağzı yarı açık bir şekilde hızlı hızlı solurken, yabancı insanın kas hareketlerine odaklanmıştı bütün varlığıyla. Kendisine karşı yapılacak bir hareket için tetikte bekliyordu. Adamın sesini duydu, ses tellerinin havadaki tanecikleri titreştirmesini algıladı ama duydukları onun için sadece seslerdi. Adamı anlamasının, olanağı yoktu.

    “ Sana zarar vermeyeceğim. Sakin ol. Korkma. ”

    O an içinde, çarpıtılmış normal duyularının karmaşasında kusursuz, altıncı bir his belirmiş gibiydi. Bir güdü. Onun ortaya çıkmış olmasından ve onu kullanıyor olmaktan çılgınca bir zevk alıyordu bir kısmı. Bu zevk ruhsal bir zevk değildi, ancak zihinsel olduğu söylenebilirdi; çünkü hissediş gücüyle hiçbir ilgisi yoktu. Bedeni en uç kapasitesinde çalıştırılan bir makine gibiydi. Kasları seğiriyor, sinirleri karıncalanıyor, atardamarlarının bir insan için imkansız olan bir nabızla attığını duyumsuyordu. İçinde öyle bir şey belirmişti ki, onu hiçbir sözcük normal bir insan zekasına anlatamazdı. İnsan kavrayış şeklinden uzak bu şeyin ele aldığı kontrolü tekrar ne zaman geri vereceği tahmin edilemezdi o zaman zarfında. O, zihninin boşluğunda nabız gibi atan bir şeydi. İnsanoğlunun evrimi sırasında törpülediği ve oldukça aza indirgediği doğuşsal içgüdülerinin törel olarak somutlaşmış haliydi. Her şeyi insanın yükseliş piramidinde çok önceki basamaklarına götüren bu içgüdü, tehlikeli bir virüsten çok daha hızlı bir şekilde vücudunu ve benliğini ele geçirmişti. Oldukça keskin dişleri olan bir öğütücü gibi beyin hücrelerindeki medeniyete dair bütün o bilgileri kemirmiş, milyon yıllar boyunca üst üste eklenerek piramidin tepesine oturmayı sağlamış olan her şeyin bağlı olduğu bir kabloyu kesmiş ve devre dışı bırakmıştı. Adamın sözleri üzerine hiçbir şekilde hareket etmemiş, o gergin duruşunu korumuştu hayvan. Hiçbir hareket olmaksızın geçen zaman sonucunda cesaretlenen insanın temkinli bir şekilde kendisine doğru attığı adımı sonucu boğazından bir hırıltı koptu, dudakları daha da fazla gerildi. İleri doğru birkaç adım attı, adamın etrafında bir çember çizerek dolaşmaya başladı. Aralarındaki mesafeyi koruyordu hala, yabancı insanı tartarken aynı zamanda varlığını çok yakında hissettiği diğer hayvanı arıyordu. Yavaş adımlarıyla adamın etrafında dolaşırken ellerinin parmak uçları tozlu zemini yalıyor, boynunda bir damar durmadan atıyordu. Heykel gibi yüzünde gözleri yeni alev almış bir meşale gibi parlıyor, sıcak nefesi kısa zaman aralıklarıyla burnundan havaya karışıyordu. Adamın tam arkasına geldiğinde, göremediği ancak ona doğru yaklaştığını hissettiği o hayvanın varlığı onu bir eşikten ileri itti, kontrolünü kaybetti. Boğazından yükselen hayvansı haykırışla ciğerleri şişip sönerken bir su kelebeğinin hızıyla, avurtları şişti ve göremediği hayvanın üstüne doğru atıldı. Zihninde dünya ile ilintili her şey bir anda silinmişti sanki, o şey için önemli olan tek şey, birden çıkagelen ve girmemesi gereken sınırları görmezden gelerek girdiği alanından çıkarmaktı diğer hayvanı. Vücudu ne olduğunu anlamadığı bir şekilde geriye doğru savrulurken serseme döndü, dudakları büyük ve acı dolu bir haykırışa mahal verdi. Sırtı sert bir şekilde koyu zemine çarptığında gözleri acıyla açıldı. Yine de büyük bir çeviklikle doğruldu ayaklarının üzerinde, çekincesi olan bir hayvanın edasıyla yarı yarıya sırtını dönmüştü adama, korunma refleksi. Mavi gözleri adamın üzerinde ve çevresinde gezindi aynı anda. Uğradığı şokun nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalışıyordu, o an fazla kullanamadığı beyni; lakin hayvan çözemiyordu bedeninin geri savrulmasının sebebini. İlkel güdüleri tekrar saldırmaya çalırsa ya da geri çekilirse ne olacağını tarttı ve kendisinden daha güçlü bu bilinmeyen şey karşısında geri çekilme kararı aldı. Yine de bakışları tehditkarlığını korudu adamın yanından geçerken, ve yerine döndü. Oturma pozisyonunu aldığında bakışlarının anlamı değişmiş, korku gözlerinden okunabilir hale gelmişti. Dudaklarının gerginliği gitmiş, ağzı kapanmıştı. Korkulu gözlerle ona bunu yapan hayvanı ararken ruhunun tekrar bir hiçliğin içine düşermiş gibi olduğunu hissetti. Kalp atışları hayatta duyup duyabileceği tek sesmiş gibiydi bir an. Atabileceği en yüksek nabızla atarken kalbi, içine yavaşça gelip oturan o heybetli şeyin yavaş yavaş geri çekildiğini duyumsadı. O geri çekilirken, meydan bulduğu yerlerden yüzeye çıkmaya çalışan benliği yüreğinin içindeki belirsiz bir dehşeti de görebiliyordu. Hayvanın geri çekilmesi ve insanın kontrolü ele geçirmesine çok yaklaştığında, dayanamayacağını hissetti. Kafatasının içinde birbirinden bağımsız ve çılgınlık derecesinde farklı iki varlık çarpışıyordu. Başını ellerinin arasına aldı iki yandan, ve mengene gibi bastırdı ellerini. Bitmesi için, gitmesi için artık. Beynini tırmalayan ve adeta parmaklarını beynine geçiren bir varlık vardı kafasının içinde. Gitmemek için çabalayan orangutanın haykırışları beyninin içinde yankılanırken kendi ağzından da bir haykırış döküldü uzunca. Kafasını öne eğip kollarıyla kavradığında dağılmış sarı saçların kaynağını, haykırışı kesilmemişti. Perdesi sürekli değişen bir haykırıştı bu, bir saniye insanın içinde en derinlerdeki o zifiri kuyuyu titreten bir orangutan çığlığıyken, bir saniye insanda kaçma isteği uyandıran bir insan çığlığıydı.

    Hareketleri ve sesleri insan gibi algılamaya başlaması tekrar, çok ani oldu. Kalbinin düzensiz atışlarını hissetmeye, kulaklarında bozuk ritmini duymaya devam ediyordu. Her tarafı karıncalanıyordu. Sonra insanca varlığının bilincine varmaya başladı. Artık sadece bir içgüdü topluluğu değildi, düşünme yetisi de geri gelmişti. Korkudan tir tir titremeye ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Her şey beyninin içinde üst üste yığılmaya başlarken, yeniden duyarsızlığa gömülmek için büyük bir arzu duydu içinde. İçindeki orangutanın çığlığı bütün dokularında son bir kez yankılanırken dudaklarını ısırdı ve sonra, yok oldu, tamamen. Hayvanat bahçesini, orangutanı, onun gözlerini, otobüsü, zindana girişini hatırladı. Daha sonra olanları hiç hatırlamıyordu. Bunları ancak sonradan, büyük çabalardan sonra hayal meyal hatırlayabilecekti. Ellerindeki kaygan ve ıslak sıvının farkına vardı. Başını kollarının arasından kaldırmaktan korkuyordu. Yapmış olabileceklerinden, korkuyordu. Bütün vücudu titriyordu hala. Bir insanın soluk alışverişlerini duyduğunda nerede ve nasıl bir durumda olduğunu anlamak için gözlerini açtı, başını kaldırdı. Otomatik olarak ilk önce ellerine yönelen bakışlarının karşılaştığı manzara, içinde bir şeylerin yuvarlanmasına sebep oldu. Kan. Ayrıca etrafa yayılmış kan kokusu, bunun basit bir kanama veya yaralanma olmadığını yüzüne vuruyordu. Neler yapmış olduğunu bilmiyordu. Ve yapmış olabileceği şeylerin görüntüleri bile ona vahim geliyordu. Bir insanın nefes alışverişlerini duyduğunda, bu korkusu önüne geçilemeyecek bir tufan halini aldı. Eğer bir insanı yaraladıysa, eğer bir insanı ağır yaraladıysa- Gözlerini o yöne çevirmek istemiyor, buna cesaret edemiyordu. Etrafını görmeye korkuyordu. Korkunç şeyler görmekten değil, hiçbir şey görememekten korkuyordu. Zarar vermediği bir şey görememekten. Yine de birkaç saniye içinde büyük bir umutsuzluğa kapıldı ve daha fazla dayanamayıp gözlerini soluk seslerinin kaynağına kaydırdı. Kızıl saçlı adamla göz göze geldiğinde, adamın sağlam olması bir an içini rahatlattıysa da, bakışları başka bir köşeye doğru ilerleyen kan çizgilerine kaydı. Sonra tekrar ellerine. Kontrolsüzce titremesine engel olamıyordu. Konuşmaya çalıştıysa da sesi çıkmadı, dudaklarından minik bir inilti dökülebildi sadece.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lucian Langeais
Ingenious | Tiro
 Ingenious | Tiro
Lucian Langeais



Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Empty
MesajKonu: Geri: Got my brain standby mode, left half right half none is responding.   Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Icon_minitimeCuma Eyl. 16, 2011 5:02 pm


    Bedeni, gerekli gördüğü anda koşmaya başlamaya hazırdı ve kalkanını elinde olmadan daha uzak bir mesafeye kadar ilerletip, gücünü arttırıyordu. Bu olay sebebiyle, fiziksel gücünden elbette kaybediyordu ancak şu an için, fark edilmeyecek ölçüdeydi. Asıl sorun, eğer kalkana az önceki anahtardan daha güçlü veya daha cüsseli bir şeyin çarpması olurdu. Böyle bir olay gerçekleştiğinde, bedeninde morlukların ve kızarıkların oluşacağından emindi. Bu yan etkiden nefret ediyordu. Bir fiziksel kalkandı ve kalkanın aldığı zararları daha düşük seviyede de olsa kendi bedenine yansıtıyordu. Bu sebeple birkaç gün acı çekerek dolandığı olmuştu ve bir kamyonun kendisine çarpmasını son anda engellediğinde de bileği kırılmıştı. Bu kadar ciddi yan etkileri de görebiliyordu pek tabii. Hatta beyin sarsıntısı geçirmediğine şükrediyordu zaman zaman. Ya da bayılmadığına. Bayılsa gerçekten kötü olurdu. Birçok kez bilincini yitirirse kalkanın işlevini sürdürüp sürdürmeyeceğini merak etmesine karşın, bunu deneyecek fırsatı hiçbir zaman olmamıştı ve içinden bir ses, buna fırsatının olmamasının fazlasıyla iyi bir şey olduğunu söylüyordu. Ona kalsa, hayatı pek önemli değildi. Sadece rezil bir adamdı o. Hiçbir zaman kimseye yeterince faydası dokunmamıştı, tam tersine verebileceği zararı verir ve çeker giderdi ardına bir kez bile bakmadan. Bunun sebebi geçmişini unutmaya çalışması değildi kesinlikle, sadece gerçekte ne kadar kötü, ne kadar sadist bir adam olduğunu kendi gözleriyle görmek istemiyordu. O bir katildi, bir sadist, bir yalancı… Hiçbir zaman iyi bir adam olmamıştı. Denememişti bunu. Denemeye ihtiyaç duymamıştı. Belki olduğu kişiden memnun değildi ancak bu şekilde yaşayarak tat alabiliyordu hayattan, buna alışmıştı. Alışmaksa kötüdür. Buna en iyi örnek de oydu zaten. Alışkanlıklarını değiştirebilseydi belki, birçok insanın canını yakmayacaktı veya onları aşağılamayacaktı. Aslına bakarsanız, keşkelerle uğraşmak da pek ona göre değildi.

    Düşüncelerini toparlayarak kendisine gergin bir şekilde bakmaktan olan kadına çevirdi açık renkli gözlerini. Kadını inceledi yavaşça. Sarı, kısa saçları terden yüzüne yapışmıştı, gözlerindeki hayvani pırıltı ve dudaklarının dişlerini gösterecek kadar geriye çekilmiş olması dışında kadın fazlasıyla güzeldi. Aslında bu haliyle bile vahşi bir çekiciliği vardı. Tehlikeliydi. Yine de adam ona yaklaşmak istiyordu. Kızın beyaz tişörtünü lekeleyen kan izlerini gördüğünde hafifçe kıpırdandı. Kanı sevmezdi. Korkudan falan değil, sevmezdi işte. Canlılara yaşam veren bir sıvı, canlıların içinde kalmalıydı muhakkak. Kızın beyaz ellerini lekeleyen ve kırmızı boya gibi görünen kana baktı kısa bir an için, ardından mavi gözlere kilitlendi. Bir süre hiçbir şekilde hareket etmeden birbirlerine baktılar. En sonunda ondan bir ses veya bir hareket çıkmadığında, genç kadına doğru bir adım attı ve o anda sarışının dudakları gerildi ve boğazından bir hırıltı koptu. Adam bu hareket üzerine heykel kadar hareketsiz bir duruşa kavuştu. Arkasında huzursuzca dolanan panterin gerginliğini ve korkusunu sezebiliyordu. Bir an ona mümkünse biçimlenmemesini istemeyi düşünmüş olsa da, bundan hızla vazgeçti. Bunun yegâne sebebi kalkana fazla yaklaşmış olan kadındı. Sanki çemberin sınırlarını biliyormuşçasına etrafında doladı. Adamı incelemekten çok, bir şeyi arıyor gibi kokluyordu havayı. Lucian, onun hareketlerini takip etme isteğiyle doluydu ancak bunun mücadeleci bir yaklaşım olacağı ve kadının içindeki hayvanı tahrik edeceğini tahmin ettiğinden, az önce onun oturduğu karanlık bölgeye dikti gözlerini ve kalkanı kendisine yaklaştırdı. Zindanda kadının ve adamın nefesleriyle, kadının elini yere sürttüğünde çıkan ses hariç, hiçbir şey yoktu. Fazla karanlık, sessiz, boğucu ve kan kokulu bir yerdi. Lucian boğulmaya başladığını hissetti. Yedi yaşındayken gördükleri beyninde dönüp duruyordu ve buradan hemen çıkmazsa, zihninde kalkanı ayakta tutan tüm gücü yitirecekti. Aynı anda kadın hayvani bir bağırış kopardı ve Lucian hızla ona döndü. Kalkanı geri çekmek aklına gelen ilk şey olsa da, eğer kalkan olmazsa, kadın adamın üstüne atlayacaktı ve büyük ihtimalle, kuşun boynunu kopardığı gibi, adama da zarar vermeye çalışacaktı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kadın kalkana çarpıp geri sekerken dudaklarını sıkıp olayların gidişatını izledi. Kadının haykırışı acı doluydu. Neden aniden saldırmıştı ki? O anda aklına Spade geldi. Arkasında dolanan panteri. Onu görmüş olmalıydı ve anlaşılan, bölgesinde bir hayvan olması onu deli ediyordu. Spade adamın düşüncelerini duyar duymaz biçimini kaybetti ve havaya karıştı.

    Kızıl saçlı adamın çevresini merakla izleyen gözlerden korku okunabiliyordu. Onu neyi geri savurduğunu anlamaya çalışıyor olmalıydı. İşte böyle durumlarda, keşke kalkanı insanlar için görünür kılabilmenin bir yolu olsaydı diye düşünüyordu. Kadın adama yarı yarıya sırtını dönmüş biçimde eski yerine döndüğünde, Lucian da onu takip etti. Kadın köşesine çekilip oturduğunda gözlerini adamla buluşturdu. Lucian açık mavi gözlerdeki korkunun, ince beden üzerindeki etkisini görebiliyordu artık tamamen. Dudakları sert bir çizgi halinde kapanmıştı. Lucian tek bir adım ileri atmadan onu izlemeye devam etti. Gözlerini ondan bir an için ayırmıyordu ve elinden geldiğince soğukkanlı olmaya çabalıyordu. Bu kesinlikle kolay değildi. Bedeni, geri çekilmek, arkasına bakmadan bu karanlık odadan çıkmak istiyordu. Az önceki olaya rağmen sırtını dönse ve adrenalin salgılayarak koşmaya başlarsa, kadından daha güçsüz olduğunu göstereceğinin farkındaydı. Bu da onu av konumuna sokardı ve hatta az önceki güç gösterisinden sonra büyük bir tehdit yapardı. Hayvan veya insan, tehlikeye arkasına döndüğü anda tamamen savunmasız kalırdı. Kendisi büyük ihtimalle zarar görmezdi ancak kalkanın güçlendiğinin farkındaydı ve kadın bir kez daha üzerine atlarsa, fazlasıyla büyük bir zarar görebilirdi.

    Nasıl bir yeteneği vardı ki, yan etkisi bu kadar hayvaniydi? Merak içini kurcalıyordu. Kadında bir değişim olmaya başladığını hissettiğindeyse, daha dikkatli bakmaya başladı ona. Korkusu neredeyse somut bir şeydi. Neredeyse. Beklenmedik bir anda zindanı dolduran haykırış üzerine adam ona yaklaştı hızla. Elleriyle sarı saçları kavradı, sesi değişim göstererek de olsa hala bir haykırıştı ve adam bunu dindirmek için her şeyi yapabileceğini düşündü bir an için. Acı çektiği aşikârdı sarışının ve bunu durdurmak için ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Kadının çığlıkları son kez zindanda yankılanırken, Lucian içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti. Onun için üzülüyordu, bir yandan yanına gitmek de istiyordu ancak yaklaşmak için kalkanı kaldırmalıydı ve şu an için bunun en doğru seçenek olduğundan emin değildi. Kızın titreyen omuzlarını gördü. Korkusunu sezdi yeniden. Nefes alışlarının düzene girmesini beklerken, kızın başını kollar arasından çıkarmasını umdu bir an önce. Birkaç uzun saniye sonra, kızın mavi gözleri, titreyen dudakları ve solmuş benzini görebiliyordu adam. Gözleri birbirine değdiğinde kadının az önceki hayvani parlaklığı yitirdiğini görerek rahatladı, sarışının da başka bir sebeple rahatladığını anlamak için bir duygu okuyucu olmaya gerek yoktu zaten. Açık pembe dudaklar açıldığında, çıkacak kelimeleri duymak için dikkat kesildi, oysa kadından çıkan tek ses bir inlemeydi. Ve bu, fazlasıyla insancıldı.

    Lucian karşına oturdu, onu ürkütmemek veya sinirlendirmemek için konuşmadı bir süre sonra eski halinden eser kalmadığını görünce yavaşça gülümsedi. “ Yanına gelebilir miyim? “ Onun cevap vermeden, sadece delici gözleriyle kendisini izlemesiyle yetindi. Ardından yavaşça kalktı ve kızın yanına oturdu. Ona ne rahatsız edecek kadar yakın, ne de rahatlatabilecek kadar uzaktı. Şimdi neler düşünüyor olduğunu merak etti. Belki yaptığı her şeyi anımsıyordu, belki nerede olduğunun bile farkında değildi ancak ikinci seçeneğin doğru olma ihtimali çok daha yüksekti. Ne de olsa adamı gördüğünde rahatlamıştı, sanki onun orada olduğunun farkında değilmiş gibiydi önceden. Yavaşça sarışına yaklaştı. Mavi gözler kendisine değil de kan izinin gittiği yere kilitliydi. Onu rahatlatmak için bir şeyler söylemek istedi ancak ne diyebileceğini bulamadığında yüzünü buruşturdu. Hiçbir zaman iyi olmamıştı bu işlerde. O hep kırıp dökendi ve asla geri dönüp iyileştirmezdi kırdıklarını. “ Bir kuş. “ dedi hafifçe, gözlerini kan izlerine kenetlemiş bir şekilde. Kızın kendisine dönen başını göz ucuyla gördü ve bunu söylediği için kendisine lanet okudu. Yalan söyleyip kuşu son anda elinden kurtardığını söyleyebilirdi ancak nasıl kendisinin zarar görmediğini açıklamak fazlasıyla zor olurdu. Bu yüzden gerçekleri söylemeye karar verdi. Bunun ne kadar yıkıcı olabileceğini aklına bile getirmedi. “ Kafasını koparmışsın… “ Kızın şokla genişleyen gözlerini ve titremeye başlayan omuzlarını gördüğünde onu koruma isteği doldurdu içini. Sol kolunu kızın omuzlarına sardı ve onu kendine çekti. Sarışının solgun yüzü omzuna yaslandığında terden yapışmış sarı tutamları okşamaya, yüzünden çekmeye başladı. Kadın sakinleşmediğinde ise annesinin oğlunu sakinleştirmek için hep şarkı söylediği geldi aklına. Yüzünde bir gülümseme belirdi ve kızı sakinleştirebileceğini emin oldu bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Sesi sertti, evet, ancak insanlar içinde oldukları travmalardan başkasının soğukkanlılığıyla çıkabilirdi ancak.

    “ Riding on this know-how
    Never been here before
    Peculiarly entrusted
    Possibly that's all
    Is history recorded?
    Does someone have a tape?
    Surely, I'm no pioneer
    Constellations stay the same

    Just a little bit of danger
    When intriguingly
    Our little secret
    Trusts that you trust me
    'Cause no one will ever know
    That this was happening
    So tell me why you listen
    When nobody's talking

    What is there to know?
    All this is what it is
    You and me alone
    Sheer simplicity “


    Şarkı bittiğinde, sarsılan omuzlar da artık bir şekilde sabit duruyor ama kızın bedeni güçsüz bir biçimde kendisininkine yaslanıyordu. Yerde parıldayan anahtarlar dikkatini çektiğinde kızın saçlarının arasına küçük bir öpücük kondurdu, onu duvara yasladı ve anahtarı eline aldı. Üzerinde bir numara yazacağını ummuştu, ancak umutları her zamanki gibi boş çıkıyordu. Anahtarları kot pantolonunun cebine attıktan sonra kıza yaklaştı ve ayağa kalkmasına yardım etti. Kızın beyaz tişörtünü kaplayan kan dikkatini çektiğinde kaşlarını çattı ve deri ceketini çıkardı omuzlarından. Kızın siyah ceketi giymesine yardım ettikten sonra onu kucağına aldı ver merdivenleri çıktı.“ Odanın hangisi olduğunu bilmiyorum. “ Bunu bir açıklama olarak söylemişti. Kızın şu anda dinlenmeye ve aklını toparlamaya ihtiyacı var gibiydi ve uyuması bunu kesinlikle sağlardı. Kızın odasını bilmediği için de onu kendi odasına götürecek ve o uyanana kadar, koltukta oturacak, ona göz kulak olacaktı. Hiç kendisi gibi davranmıyordu ancak bu kız, kırılgan, narin ve güzel görüntüsüyle, adamın iyi yanını ortaya çıkarıyor gibiydi. Ve gözleri, o gece ölümünü izlediği kadının gözlerinin bir yansıması gibiydiler. Belki de o kadını kurtaramamıştı ancak kolları arasındaki narin bedeni kurtarabilirdi. Zindanın kapısına ulaştıklarında kızı ayakları üzerine bıraktı ve sağ kolunu kızın beline sardı, bu sırada sarışın da sol kolunu adamın boynuna sarmıştı. Aslında onu yürütmenin kötü bir fikir olduğunun farkındaydı ancak onu kucağına alırsa herkes garipseyecekti ve onlarla uğraşacak takati kalmamıştı. Kalkanın yan etkileri ortaya çıkmaya başlamıştı.



    Nihayet odasına vardığında elini pantolonun sol cebine attı ve anahtarı çıkararak kilide soktu. Hem sarışın hem de Lucian, güçlerinin son damlasını kullanarak içeri girdiler, adam ayağıyla kapıyı kapattı ve yatağa ulaştıklarında yalpaladı ikili. Kızıl saçlı adam, kızı lacivert örtülerin üzerine bıraktıktan sonra ceketi çıkarmasına yardım etti ve kan lekesiyle karşılaştı tekrar. Dolabına gitti, kendisine bol gelen gri bir tişörtü aldı ve kızın yanına döndü. Gri tişörtü giydirdikten sonra el yordamıyla beyaz tişörtün kollarını çıkardı ve sonra kafasından çekti. Kızın üstündekini çıkarıp, yenisini giydirmek elbette daha kolaydı, ancak sarışın buna sinirlenebilirdi ve adam da bir şekilde onun gözünde fazlasıyla rahat biri olarak kalmak istemiyordu. Oysa normalde, odasına getirdiği bu sarışından farklı bir kız olsa, şimdiye dek sevişiyor olurdu. Kızın birbirine giren sarı saçlarını düzeltti parmaklarını aralarından geçirerek ve eline değen parmakları hissetti. Kan, pıhtılaşmıştı ve o kabuğumsu rengini almaya başlıyordu. Elinde olmadan kızdan biraz uzaklaştı ve sırf kan yüzünden ondan uzaklaşmış olması sebebiyle kendinden utandı. Odanın bir kenarına yığılı sus şişelerinden aldı ve yerde bulduğu bir havluyu ıslatarak kızın ellerini silmeye başladı. Kan tamamen çıktığında, yaptığı işten memnun bir sanatçı edasıyla gülümsedi ve yataktan kalkıp havluyu çöpe attı. Döndüğünde, kızın bedenini çevresine sardı yorganı. “ Şimdi biraz uyu, olur mu? ”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Frøydis V. Solskjær
Naturalis | Tiro | Bina Başkanı
Naturalis | Tiro | Bina Başkanı
Frøydis V. Solskjær


Nerden : Norveç

Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Empty
MesajKonu: Geri: Got my brain standby mode, left half right half none is responding.   Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Icon_minitimeCuma Eyl. 16, 2011 10:19 pm



    “ Yanına gelebilir miyim? ...Bir kuş. Kafasını koparmışsın… “



    Sonra ilk düşünme çabasında bulunmuştu. Sonra ilk hatırlama çabasında bulundu. Sonra kısmen ve kısa süreliğine başarılı oldu. Bilinci yerine geldikçe durumunu kavramaya başladı. Aklına o korkunç tehlike düşüncesi yerleştiğinde - bir insan öldürmüş olabileceği düşüncesi- bir türlü kurtulamadığı o dehşetli düşünce, gürleyen bir okyanus gibi kafatasının içini yalıyordu. Bu düşünce aklındayken birkaç dakika hiç kımıldamadan aynı pozisyonunu korudu. Hareket etmeye cesaret edemiyordu. Durumu anlamasını sağlayacak hareketi yapmaya cesareti yoktu; çünkü içinden bir ses sürekli başına o felaketin geldiğini söylüyordu. Nöbetin bittiğini biliyordu. Krizi atlatmıştı, o şey çekip gitmişti. Karşısına belirli bir mesafeyi koruyarak oturmuş adamın sözlerine cevap vermemişti. Adam yerinden kalkıp yanına oturduğunda yüzünü ona çevirmemişti ancak; adam kendisine yaklaşıp konuştuğunda, yüzünü adama çevirmişti gözleri büyüyerek. Onu harekete geçmeye ve ağır başını, uzun bir kararsızlıktan sonra oynatmaya iten tek şey dayanılmaz bir umutsuzluğa kapılmasıydı.Adam kolunu omzuna doladığında, başını onun omzuna yasladı. Yine bir bilinç kasılması geçiriyordu beyninin içinde. Manevi günün şafağı yavaşça- çok yavaşça söküyordu. Uyuşuk bir huzursuzluk hali içindeydi. Acıya karşı duyarsızdı. Ölen kuşu düşünemiyordu bile. Hiçbir şey umrunda değildi- hiçbir şey ummuyordu- hiç çaba sarf etmiyordu; çünkü bütün enerjisi tüketilmişti. Kulakları çınlamaya başlamıştı. Parmak uçları karıncalanıyordu. Bir göz kapağı hafifçe seğirdi ve hemen ardından müthiş bir dehşete kapılmasıyla birlikte kalbinden şakaklarına kan hücum etti tekrar. Konuşmaya çalıştı. Dudakları ve kurumuş dili aynı anda kasıldı, ama koca ciğerlerinden ses çıkmadı. Sanki göğsünün, kalbinin üstünde bir dağ vardı. Vücüdunun bir kısmını harekete geçirmek için verdiği her çaba soluğunun daralmasına ve terlemesine yol açıyordu. Adamın mırıldandığı şarkı kadife ses tonuyla havayı boyarken, gözlerini kapadı.

    “ Riding on this know-how
    Never been here before
    Peculiarly entrusted
    Possibly that's all
    Is history recorded?
    Does someone have a tape?
    Surely, I'm no pioneer
    Constellations stay the same

    Just a little bit of danger
    When intriguingly
    Our little secret
    Trusts that you trust me
    'Cause no one will ever know
    That this was happening
    So tell me why you listen
    When nobody's talking

    What is there to know?
    All this is what it is
    You and me alone
    Sheer simplicity “


    Rahatlamasını sağlayan o ses kesildiğinde bir süre daha açmadı gözlerini. Bir çift dudağın saçlarının arasına minik bir öpücük kondurduğunu hissetti ilk önce, daha sonra omuzlarından kavrayan elleri. Sırtı taş duvara yaslandığında ürperdi hafifçe. Şıngırdayan anahtarların sesini duyduğunda gözleri açıldı fakat ağzı yine hareketsizliğini koruyordu. Adam tekrar kendisine yönelip ayağa kalkmasına yardım ettiğinde, hafifçe sendeledi lakin dengesini bulabildi. Düşünemeyen bir et yığını gibiydi. O an hiçbir vasfı, hiçbir özelliği yoktu sanki; kasap dolaplarındaki poposuna karanfil takılmış koyun veya ineklerden farkı yok gibiydi. Adamın kendisini yönlendirmesiyle hareket ediyordu ve adamın deri ceketini giydiğinde, vücuduna yayılan ılık his, saatlerdir bir zindan katında ince askılı bir tişörtün altında gerilmiş olan kaslarını rahatlattı bir nebze. Kendisine söylenilen şeyi duymadı. Kızıl saçlının kendisini kucaklamasına sesini çıkarmadı beraber merdivenleri çıkarlarken. Kucakta yolculuk bitip geniş koridora adım attıklarında, karaciğerinin bulunduğu tarafa keskin bir acının saplandığını hissetti.

    Beynindeki o bulanık ışık sönmüştü. O vahşi heyecan titreşerek dinginleşmişti. Küçük ışıltılar birbirine karışmıştı. Toz toza dönmüştü. Var olma hissi sonunda tamamen gelmiş, mutlak ve ebedi bir şekilde insan bilincini kapsayan zaman ve mekan, o otokratlar geri dönmüştü. O şeyin, formsuz şeyin, düşünmeyen şeyin, hisseden şeyin, ruhsuz ama aynı zamanda da maddesiz şeyin yuvası değildi artık bedeni. Onun arkadaşı olan aşındırıcı saatler de gitmişti.Bayılmamıştı, bilincini tamamen yitirmemişti, ama bir çeşit sersemlik hali içindeydi. Bilincinin ne kadarını yitirdiğini anlatmaya ya da belirtmeye çalışmayacağım. Ama tamamen yitirmemişti. İnsan bilincini ne zaman tamamen yitirir ki zaten? En derin uykudayken mi? Hayır. Hezeyan geçirirken mi? Hayır. Bayılınca mı? Hayır. Ölünce mi? Hayır. İnsan ölünce bile bilincini tamamen yitirmez; aksi takdirde insanın ebedi olduğunu söylemek mümkün olmazdı. En derin uykudan uyanırken bir rüyanın bir örümceğinki gibi incecik ağını yırtarız; ve bu ağ o kadar ince olabilir ki, uyandıktan bir saniye sonra rüya gördüğümüzü hatırlamayabiliriz. Bilincinin tamamını ya da bir kısmını da yitirmiş olsa; bunu yaşayan insanın hayata geri dönüşünün iki evresi vardır: Önce zihinsel ya da ruhsal, sonra da fiziksel varoluşa geri dönerler. İkinci evreye vardıklarında birinci evredeki izlenimleri hatırlayabilselerdi, bu izlenimlerde belki öteki derin kanyona ait etkileyici güzellikte anılar buabilirlerdi. Peki ya o derin kanyon- o nedir? En azından ölümden farkını nasıl anlardınız? Gene de birinci evrenin izlenimlerini istedikleri zaman değilse bile, uzun bir süre sonra kendiliğinden anımsayamazlar mıydı; ve nereden geldiklerine şaşmazlar mıydı? Hiç bilinç kaybı yaşamamış bir insan kendini aniden kocaman bir boşlukta asılı kalmış olarak bulmanın; asla zihninden atamayacağını düşündüğün sesler duymanın o karanlık ve yapış yapış yerde; içindeki her şey sökülmüş alınmış gibi hissetmenin nasıl bir şey olduğunu bilemezdi. Genç kadın da adamdan destek alarak nereye gittiklerini sorgulamadan yürürken, ruhunun içine düştüğü hiçlikten anılar çıkarmaya çalışıyordu. O rezil hayvan iç güdüleri patlak verdiğinde, neler yaptığını bilmeye çalışıyordu ancak, zihnini her yoklamasında karşısında koca bir boşluk vardı. Başarıya ulaştığına inandığı anlar oldu. O kısacık anlarda hatırladığı bazı şeyler vardı ki, bunları daha sonra, kendine gelince yaşamamış olduğuna emindi. Kendine geliş anını ve sonrasını biliyordu çünkü. Bu silik anılarda yükselen taş duvarları görüyordu. Sessizce oturduğunu ve bedenine yayılan bir şeyin varlığını hatırlıyordu. Sakin, sakin, daha da sakin ama oturaklı. O kadar oturaklı ki sonunda canavarca bir değişim geçirmesine sebep olmuştu. Nasıl hayvanileştiğini düşünmek korkunç bir baş dönmesine yol açıyordu. Sonra birden her şey yok oluvermişti. Başka bir şeyler hatırlayamıyordu. O içindeki şey ilerleye ilerleye sonuna gelmiş ve patlak vermişti. Pürüzlü ve soğuk taş zemine parmak uçlarının değmesini hatırlıyordu. Sonrası çılgınlık- insanlıkla alakası olmayan şeylerle uğraşan bir bilincin devreden çıkarılması o şey tarafından.

    İhtiyatla yürümeleri bittiğinde ve bir odanın kapısından içeri girdiklerinde, zangır zangır titremeye başlamıştı tekrar. Her tarafından terler boşanıyordu. Alnından iri, soğuk ter damlaları süzülüyordu. Öyle bitkindi ki, adam kendisini bıraksa, düştüğü yerde uzanıp kalırdı. Yatağın yanına geldiklerinde biraz yalpalayınca, ilk defa gördüklerini analiz etme fırsatı oldu ve yatak çarşaflarından, kendi odasında olmadıklarını anladı. Bir şey söylemeyi düşündüyse de bunu yapabilecek enerjisi olmadığını bildiğinden, sustu. Adamın ne düşünerek veya hangi çıkarını gözeterek, ya da çıkar gözeterek mi kendisini odasına getirdiğini bilmiyordu; lakin kötü niyetli bir insan olmadığını anlamak güç değildi. Vücudunda kullanabilecek enerjisi kalmamış ve bir hayvana dönüşebilen bir kadını odasına getirmek istemezdi normal bir insan, sevişebilmek uğruna. Amaçlarını gerçekleştirebileceği onlarca kız vardı böyle birisi için kocaman okulun içerisinde. Adam ceketi çıkarmasına yardım ettikten sonra dolabına yöneldi. Gözleri acıyordu. Vücudundaki her bir hücre, yavaş yavaş acı özerkliğini ilan ediyordu. Elindeki bol gri tişörtü sarı saçlarının üzerinden aşağı, boynuna kaydırdı geri dönen adam. Gri tişörtü giydiğinde, byeaz tişörtün askılarını çeken hareketleri daha sonra başından yukarı da çekerek çıkmasını sağladı kan lekesi olmuş beyaz tişörtün. Okulda ilk beden eğitimi dersine katılan genç kızların soyunma odasında yaptığı gibi, tişörtün üzerine tişört giymiş ve daha sonra alttakini çıkartmıştı. Bunun sonucu dağılan saçlarının arasına parmaklarını daldırdı adam, saçlarını düzeltmek için. Onun kendisine bu kadar şefkat dolu davranması, şaşırtıyordu genç kadını. Minnettarlığını belirtmek istercesine dokundu parmakları onunkilere; lakin bunun üzerine adamın irkilmesi ve birkaç adım geri çekilmesi, midesine bir olta takılmış gibi hissetmesine sebep oldu. Kan. Elbette ki dokunuşlarında hissettiği kurumaya yüz tutmuş kandan tiksinmişti adam. Karaciğerine tekrar bir ağrı saplandığında yüzü acıyla buruştu. O sırada ıslanmış bir havluyla geri dönen adam, yavaş ama sert hareketlerle elindeki pıhtılaşmaya başlamış kanları temizledi. O, kirlenmiş havluyu odanın başka bir kısmına götürürken, bedeninin artık kullanacağı enerji kalmamasıyla isyan bayrağını çekip yatağa gömülmesine engel olamadı. Adam geri döndüğünde, yayılmış olan bedeninin etrafına sardı yorganı.

    “ Şimdi biraz uyu, olur mu? ”


    O adama bakarken hissettiği yoğun duyguları bin yıl geçse unutamazdı. Vücudunun hiçbir hücresinde bir zerre enerji kalmamasından dolayı doğan hissizlik ve bitkinlik; aşırı hareket ve gerginlikten, zorlamadan dolayı kaslarında oluşan inanılmaz acı ve karıncalanma hissi; aniden gelen ve sonra yok olan o hayvani güdünün yarattığı içsel tramva ve boşluk hissi; kendisine dair hiçbir şey bilmediği adamın kendisine böylesine yardım etmesi ve birbirlerine karışmış duygular silsilesi. Adamın yüz hatları mükemmel değildi, ama kendine özgü bir farklılığı ve etkileyiciliği vardı. Genç değildi, göz çevresindeki minik kırışıklıklardan anlaşılıyordu bu. Havaya karışan nefeslerindeki sigara kokusu hissediliyordu belli belirsiz. Taş kesilmişçesine baktı adama. İçinde en yakışıklı ve baştan çıkarıcı adamlara karşı bile duymadığı, bilmediği, bambaşka bir şey kabarıyordu. İlk görüşte aşk fenomeni gibi bir şey değildi bu. Ne aşk, ne hayranlık ne de hoşlantı diyebilirdiniz. Sanki aralarında manyetik bir ruhsal çekim vardı ve sadece görüşünü değil, karşısındaki adama ilişkin tüm düşünce ve hislerini de tamamen etkisi altına almıştı. Derinden, çılgınca, geri dönülemez bir şekilde bu manyetik alana girdiğini görüyor, hissediyor, biliyordu. Öte yandan vücudu enerjisizlikle sanki kendi kendisini yiyormuş gibi titremeye başladı tekrar. Üçüncü kez karaciğerine saplanan acı, bu sefer o kadar kuvvetliydi ki, yüzünü buruşturmasına sebep oldu. Ayrıca ani bir şekilde taş zemine çarpmış olan sırtında da acıyla karışık bir karıncalanma ve batma hissi hakimdi. Sanki zehirli bir sarmaşık sırtına dolanmış ve zehrini boşaltıyormuşçasına. O kadar yalın ve çıplak hissediyordu ki ruhunu, yanında birisinin varlığını tümüyle hissedip kendi varlığını doğrulamaz ve sahip çıkmazsa, çıldırabilirdi. Konuşacak enerjisi yoktu lakin, kendisini biraz zorlayarak sağ elini hafifçe kaldırdı ve adamın elini kavradı. Bakışlarında yakarış yoktu lakin, ağırbaşlı bir rica vardı. Yutkundu. Adamın elini hafifçe aşağı çekti, isteğine netlik kazandırmak için. Elini daha fazla havada tutamadı ve adamın elinden çözüldü uzun ince kemikli parmakları, lacivert çarşafın üzerine düştü eli. Bundan daha açık belli etmeye çalışsaydı edemezdi o an, ve kendini belli eden bir istekti.
    Yine de kendini zorladı, gözlerini kapattı sanki daha az enerji harcamasını sağlayabilecekmiş gibi.

    " Benimle... "
    Yutkundu. Karaciğerinde her ne oluyorsa, iyi bir şeyler olmadığı kesindi.

    " Uyur musun? "

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Lucian Langeais
Ingenious | Tiro
 Ingenious | Tiro
Lucian Langeais



Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Empty
MesajKonu: Geri: Got my brain standby mode, left half right half none is responding.   Got my brain standby mode, left half right half none is responding. Icon_minitimePaz Eyl. 18, 2011 7:19 pm



    Kendini başka bir gibi hissediyordu. Daha iyi biri gibi, daha güvenilir, sevilmesi çok daha kolay, sırları olmayan, yardım etmek için kendi hayatından vazgeçebilecek biri gibi. Oysa hiç mantıklı değildi bu. İnsanlara göre değişim göstermeyen bir kişiliğe sahipti ne de olsa. Ya da o, öyle sanmıştı uzun yıllar boyunca. Bu kız, ona iyi olmasını sağlayacak bir şeyler yapıyordu, ruhsal açıdan. Onun yanında olmak, kendi ruhunda kilitli tuttuğu bir kutuyu açmak üzere olmak gibiydi adam için. İçinden ne çıkacağını bilemiyordu. Belki bir gemi kazasından kalan kokuşmuş yemekler, çürümüş bir iskelet veya yıpranmış giysiler çıkardı belki de değerli taşlar ve altınlarla dolu keseler… Açana kadar bilemeyecekti bunu. Açmayı da pek istemiyordu aslında. Değişmek? Zaten değişiyordu her geçen gün, yüzünde beliren derin kırışıklıklar, sesindeki o oldun ton ve bakışlarındaki soğukkanlılık değişimle kazanılmıştı. Tabii sadece bedensel değişimle sınırlı değildi. Değil gibiydi. Şimdiye dek, tam şu ana dek geçirdiği hiçbir değişim adamın bir yandan yüz seksen dereceye yakın bir şekilde değişmesiyle boy ölçüşemezdi. Elini kısa saçlarının arasından geçirdi. Ona neler oluyordu? Kızın yanında kalmak istiyordu, onu uyurken izlemek ve nihayet o vahşi yaratığın pençesinden kurtulduğuna emin olmak. Kendisi için değil, asla, sadece onu acı çekerken görmek yüzünü buruşturmak ve kusmak arasında bir yerlerde, garip bir his yatıyordu içinde. Ona yakın olmak istiyordu, tanımak, fikirlerini anlayabilmek, onun zihninde olabilmek… Komikti. Gerçekten de, komikti. Lucian Langeais bir kadına ilk kez sadece bedenen değil, ruhen de yakın olmak istiyordu.
    Gözleri onun acıyla buruşan yüzünde gezindi. Acısını nasıl dindirebileceğini bilebilseydi keşke. Bunu bilebilmek için bir büyük bir bedel ödemesi gerekse bile, o an hiç beyninde tartmadan öderdi bedelini. Ruhunu satabilirdi hatta, eğer gerekli olan buyduysa. Yeter ki sarışın kadının acısı dinsin. Aklının bir köşesi, kadınla başka bir şekilde tanışmış olsa, ona acı vermekten, yüzünün acıyla buruşmasından, dudaklarından kopacak çığlıklarından ve moraracak teninden fazlasıyla zevk alacağını fısıldıyordu, susturdu. Bu kadınla, en zor anında değil de normal bir şekilde karşılaşmış olsa onun için bir şeyler ifade ederdi yine. Farklı bir şey vardı onda, adamı kendine çeken. Gözlerindeki bir parlaklık, belki dudaklarının ve omuzlarının tir tir titremesine karşın ağlamamış olması ve güçlü durması adamı etkilemişti belki. Aklından neler geçtiğini bilebilse, emindi ki düşüncelerinden de etkilenirdi. Ya da onunla ilgili her minik şeyden. Merak içinde gittikçe yayılırken daha adını bile bilmediğini fark etti. Komik. Yatağın lacivert çarşafları arasında yatan bir sarışın vardı ve Lucian hakkında adı ve yaşı da dâhil, somut hiçbir şey bilmiyordu. Bilebildiği şeylerse tahminler ve gözlemlerdi yalnızca. Mesela güçlüydü ve anlaşılan yardıma muhtaç olmaktan pek hoşlanmıyordu. Zaten muhtaç olmaktan kim hoşlanırdı ki? Hele insan denilen bu aciz varlıkların en hayranlık uyandırıcısının bile en büyük zaafı, birilerine, ne kadar az da olsa ihtiyaç duymakken, hiçbir insan sevemezdi bu olayı. Belki korkusuzdunuz, çok cesurdunuz ya da fazlasıyla umursamazdınız yaşamınız konusunda. Gene de fark etmezdi hiçbir zaman. Ölürken yalnız olmayı kim ister ki?
    Kızın narin parmaklarını elinin çevresinde hissettiğinde, kızın beyaz teninin, tenindeki o görüntüsüne baktı bir an için, ardından mavi gözlerine. Bir şeyler okuyordu. Bir istekten daha kibar. Bir rica. Başta anlamadı ne istediğini. Aklına ilk gelen şey de suya ihtiyacı olabileceğiydi lakin çok kısa bir süre sonra kız elini aşağıya, yatağa doğru kaydırdı ya da elini daha fazla yukarıda tutamadı –karar veremiyordu- ve uzun parmakları yatağa çarptı bir balerinin düşerken bile sahip olduğu o kusursuz zarafetle. Kızın ne istediğini anladı. Yanımda kal. Hatta benimle uyu diyor bile olabilirdi, ancak o kadar ayrıntılı düşünemiyordu henüz. Kalkan, etkilerini göstermeye başlamıştı. İçindeki tüm gücün çekilmeye başladığını hissetti. Başı döndü hafifçe, gözlerini açıp kapadı ve bulanık, sallantılı görüntünün netleşmesini sağlamak için kıza odaklandı. Zaten odadaki her minik ışık zerreciği kadının çevresini sarmış, hatlarını belirginleştirmiş gibiydi veya kalkanını kendi sınırları üzerinde güçlendirmeye çalıştığı için yan etkiler beynini etkiliyordu.


    " Benimle... Uyur musun? "


    Kızın sesini, konuşurken ki sesini ilk kez duymuştu ve ne kadar az önceki haykırışları nedeniyle kısılmış ve acıyla değişmiş olsa da, etkilenmeden edemedi. Bu ses, gece uyuyamadığınızda konuşmak isteyeceğiniz bir sesti. Yüzünde minik bir gülümseme belirdi, evet anlamına gelecek şekilde salladı başını. Konuşmaya çalışsa, yapamayacakmış gibi bir his vardı içinde. Zaten kısa sürede bu hissin gerçek olduğu ortaya çıktı. Kıza cevap vermek için araladı dudaklarını ancak o dört kısa harfi bir araya getirip konuşamadı bir türlü. Hali fazlasıyla komikti. Kalkan ses tellerine zarar vermişti anlaşılan. Ve beynine. Beyninde kesinlikle bir sorun vardı. Düşünmeye çalıştığında migrene vuran bir baş ağrısıyla karşı karşıya geliyordu. Sanki biri beynine metal bir duvar örmüş, bu duvarın geçilmesini de yüksek voltajlı bir elektrik kaynağını duvarın çevresine yollayarak sağlıyor gibiydi. Bu düşünceyle yüzünü buruşturdu. Belki uyursa, tam da kızın istediği gibi, o da kendine gelebilecekti. Elini hafifçe, güve vereceğini umduğu bir jestle kızınkine sürttü ve yatağın diğer kenarına geçti. Üzerindekileri çıkaracak gücü bırakın, yatağa kibarca uzanabilecek kadar, ya da bunu düşünebilecek kadar bile gücü kalmamıştı. Bedenini yumuşak yatağa serdi ve bu temasla sarsıldı yaylar. Başını kıza döndü, fazla küçük ve savunmasız görünüyordu Lucian’a. Elini uzattı ona ve zindanda yaptığı gibi sol kolunu kızın omuzlarına sarıp, kendine çekti yavaşça. Kızın başını omzuyla göğsü arasında kalan noktaya yerleştirdikten sonra, sağ eliyle belini sardı hafifçe ve rahatsız olmadığından emin olduğunda, gözlerini kapattı. Kızın bedeni, adamınkinin çevresinde kıvrıldı, Lucian sağ eliyle yorganın ucuna uzandı ve bedenlerini laciverte gizledi. İsmini bilmediği sarışının düzene giren ve yavaşlayan nefes alışları ve odada yankılanan derin sessizlikte düzenle atan kalbinin sesi, adamın bedenini rahatlattı, gözlerini kapanmaya başlarken fısıltısını duydu. " Froydis.” Doğru duyduğundan emin olmak istedi. Ardından boğazını temizledi ve sesinin çıkacağından emin olduğunda cevapladı onu. “ Lucian… Tanıştığımıza sevindim Froydis. “ Ardından gözlerini kapattı.


      Karanlık bir tünelin içinde yürüyor. Yön duysunu yitirmiş. Kendi çevresinde bile dönüp duruyor olabilir. Farkında değil. Karanlık o kadar yoğun ki, teninde ağırlığını, kulaklarında sessizliğini, dilince o çürük tadını, burnunda küflü kokusunu alabiliyor. Ancak durmuyor. Adımları birbirini takip ediyor hızla. Çok hızlı. Koşmaya başlıyor. Nereye gittiğini bilmiyor. Önemsemiyor. Bir hedefi yok. Hayır, var. Tek bir hedefi var. Kurtulmak. Ölmek de bir kurtuluş. Elleri pantolonun kemerinde geziniyor ve silahın soğukluğunu hissediyor. Başına dayamadan önce emniyet kilidini açıyor. Rus ruleti oynamıyor. Silahı dolu, bunu biliyor ve ölmek de istiyor zaten. Kurtulmak için. Gözlerini kapatıyor. Sonra ışık. Göz kapaklarının ince dokusundan sızan, farklı şekiller ve renkler oluşturan parlak bir ışık. Silah elinden düşüyor. Gözlerini aralıyor. Tünelin ucunu görüyor. Koşuyor. Yorulduğunu hissetse bile durmuyor. Acıkıyor, susuyor ama asla, asla durmuyor. Çıkışa ulaşıyor. Parlaklık dayanılamayacak bir raddeye eriştiğinde onu görüyor. Mavi gözler.



    Gözlerini araladığında, odasının dün geceki dağınıklığıyla karşılaştı. Çöpe attığı bir havlu, kırmızıyla lekelenmiş bir havlu, kutunun içinden sarkıyordu. Yüzünü buruşturdu. Vücudundaki her bir kas sanki maraton koşmuş gibi acıyordu. Bir de bir şeyler, yanlış geliyordu. Sanki bir şeyi, birini, unutmuş gibi. Başını hızla sol yanına çevirdi ancak zaten ağırlığını hissetmediği için, gitmiş olacağını tahmin etmişti. Sadece emin olmak için baktı sol yanına. Gece mi yoksa sabah mı çıktığını bilmiyordu. Ancak bunun sabah olduğunu düşündü. Gece birkaç kez uyanmıştı ve her defasında kıza daha da çok sokulmuştu. Elinde olmadan kocaman bir gülümseme yayıldı. Artık adını biliyordu. Yataktan doğrulduğunda iki şey dikkatini çekti. Masanın üzerinde bir tepsi, mantar panonun üzerine yapıştırılmış ve kıvrık harflerle yazılmış bir not. Bu noktada yüzündeki gülümseme daha da samimi bir hal aldı. Çevreye yayılan yemek kokusuyla birlikte guruldayan karnını önemsemedi ve daha dikkatli kokladı çevreyi. Tişörtünden gelen parfüm kokusunu aldığında kızın ismini mırıldandı sadece ve ardından yataktan kalkıp tepsiye yaklaştı. Gözleri nota kaydı. “ Teşekkürler, Lucian. –Froydis. “ Hafif bir rica ederim mırıldandı dudakları arasında ve bir an için, gerçekten sadece bir an için arkasını döndüğünde banyonun eşiğine yaslanmış ıslak saçları ve su damlalarıyla parlayan bedenine sarılmış bir havluyla, Lucian’ı izleyen bir Froydis canlandı gözünde. Gerçek olması umuduyla döndü arkasını ama elbette sonuna kadar açık bir kapı ve karanlık bir banyoyla karşılaştı. Kahvaltısına geri dönerken, sandalyeye asılı gri tişörtü fark etti. Froydis’e giydirdiği tişörttü bu. Kanlı tişörtü giyerek kendi odasına dönmüş olabileceğini düşününce hafif bir kahkaha kaçtı dudaklarından. Kanı gören birine ne cevap verdiğini gerçekten merak ediyordu. Üstündeki tişörtü çıkardı ve gri tişörtü giydikten sonra sandalyeye oturdu. Gözleri tekrar teşekkür notun iliştiğince kurnazca sırıttı ve pantolonun cebini yoklayarak kızın oda anahtarlarının içinde olduğuna emin oldu. Yüzündeki gülümseme genişlerken, eline hala sıcak olan kahveyi aldı ve dudaklarına götürmeden önce mırıldandı.


    “ Eninde sonunda, anahtarlarını almaya geleceksin, Froydis. “

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Got my brain standby mode, left half right half none is responding.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Somehow you left me neglected.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Chosen Master RPG :: Arizona Devlet Lisesi :: 
BODRUM KAT
 :: Zindanlar
-
Buraya geçin: