Karanlık
sokaklarda yürürken, rüzgârın sesini dinliyordu. Atkuyruğu yaptığı saçları
dağılmıştı. Uzun süredir koşuyordu, kaçıyordu çünkü. Nefes nefeseydi bu yüzden.
Ama hala korkuyordu. Onu geride bırakmış olmasına rağmen korkuyordu. Her on
saniye de bir arkasına bakıyor, etrafını kolaçan ediyordu. Başına böyle bir
olay hiç gelmemişti, iyi ki de gelmemişti. Hani televizyonlarda görür;
dergilerde, gazetelerde okurdu haberlerini ama bunu yaşamanın nasıl bir şey
olduğunu anlayamazdı. Şimdi yaşamıştı ve anlamıştı haberlerdeki insanların
neler çektiğini. Nefesini düzene soktuktan sonra hızla koşmaya başladı.
Bir buçuk saat önce
Odasında oturmaktan sıkılmıştı. Zaten ondan beklenebilecek yegâne davranış da
buydu. Sıkılmak ve somurtmak. Aynanın önüne geçti. Kestane rengindeki saçlarını
dikkatle inceledi. Saçlarını dikkatle taradıktan sonra, atkuyruğu yaptı. Tek
bir tel bile çıkmamıştı. Mükemmel bir şekilde saçlarını toplayabildiği için
gülümsedi. Daha sonra çikolata kahvesi rengindeki gözlerine dikkatle baktı.
Gözünün renkli kısmındaki kahvelerin arasında elalar görüyordu. Ela rengini
belli edebilmek için arduaz renkli farını hafif bir şekilde sürdü ve siyah
eyeliner çekti. Ten rengine birkaç ton koyu kaçacak olan pudrasını burnunun
kenarlarına sürerek burnunu daha narin göstermeyi başarmıştı. Parlatıcısını
sürdükten sonra, hazırdı. Ama nereye gideceğini bilmiyordu. Okulda dolaşmak
istemiyordu. En son dolaştığında kafasını çarpmıştı ve bir Naturalis'e
katlanmak zorunda kalmıştı. O olayı düşünmek istemiyordu, bu nedenle dolabına
yöneldi ve siyah mini eteğini ve beyaz straplez bluzunu çıkardı. Bluzu ve eteği
giydikten sonra ayağına siyah rugan pradalarını giydi ve odadan çıktı.
Yavaş adımlarla yürüyordu. Bu şekilde herhangi bir profesöre yakalanmak
istemiyordu. Bu okulu zaten sevmiyordu, bir de üstüne azar yemek, bu ihtimali
düşünmek bile tüylerinin ürpermesine yetiyordu. Etrafı kontrol ettikten sonra
hızlı adımlarla okuldan çıktı.
Okulun görüş mesafesinden uzaklaştıktan sonra bir taksiye bindi. “Central
Park’a” Neden oraya gittiğini
bilmiyordu. Ama uzaklaşmak istiyordu. Yalnız kalmak. Okuluna bir türlü
alışmamanın verdiği stresi atabilmek için herhangi bir bara gidebilir sabaha
kadar içebilir ve sonra da sızabilirdi. Ama bunu yapmak istemiyordu. Bu, güçlü
kadınlara göre bir şey değildi. Bunu Central Park'a gitmesinin nedeni belirledi
ve taksinin camından dışarıyı izlemeye başladı. Oldukça aydınlıktı. Sokak
lambaları her tarafı aydınlatıyordu. Ama taksi o kadar yavaş gidiyordu ki, o
Central Park'a vardığında tüm ışıklar sönmüş olacaktı. Bundan rahatsız mıydı?
Tabii ki de hayır.
Karanlığı
oldum olası sevmişti. Yağmuru. Gözyaşlarını ve üzüntülerini onlar gizlemişti
çünkü. Onlar sayesinde bulaşılmaması gerekler listesindeki yerini korumuştu.
Onlar sayesinde hep en soğukkanlı ve mükemmel olarak tanınmıştı. Karanlık, onu
asla terk edip gitmemişti. Ne zaman akşam olsa geliyor ve adeta konuşuyordu
onunla. Yağmurlar, rahatlatıyordu onu. Annesinden göremediği anlayışı, yağmur
damlaları gösteriyordu. Konuşmuyordu onlar, sadece dinliyorlardı. Bu nedenle
Paura, çok severdi yağmurları.
O kendi
düşüncelerine dalmışken taksi bir anda durdu. Central Park’ın önündeydiler.
Taksimetrede gördüğü parayı adama uzattıktan sonra taksiden indi. Tahmin ettiği
gibi, ışıklar sönmüştü. Park, gözüne daha büyük görünüyordu şimdi. Buraya daha
öncede gelmişti, ama sanki ilk defa geliyor ve keşfedeceği, park hakkında
öğreneceği çok şey varmış gibi geliyordu. Yavaş yavaş ilerliyor, her adımını
dikkatle atıyordu. Sonra bir bank gördü. Zifiri karanlığın içinde bunu nasıl
yaptığını bilmiyordu ama görmüştü. Koşar adımlarla oraya gitti ve banka oturdu.
Eteğinin
cebinden cep telefonunu çıkardı. Cici annesi Emille, kırdığı telefon yerine ona
br BlackBerry göndermişti. Bundan memnundu çünkü Emille, telefonunu bilerek
kırdığını bilmiyordu.
Telefondan
teyzesine mesaj attı.
Okulda
değilim, o la la.
Cevap
gelmesi çok uzun sürmemişti. Teyzesi çok hızlı yazardı. Teknolojiye ve telefona
kendisinden çok daha bağımlıydı.
Nerdesin
peki queen?
Teyzesi
ona hep ‘queen’ derdi. Bu lakabı severdi. Çünkü gerçekten oldukça queen gibi
davranırdı. Girdiği her ortamda ipleri ele almayı başarabilirdi. Bundan çok
memnundu. Çünkü bu asla kaybetmediğini gösteriyordu. Teyzesine cevap yazmadı ve
telefonu tekrar cebine koydu. Sonra yanına birinin oturduğunu fark etti. “Sen de
kimsin?” diye sordu. Yanındakinin yüzünü göremiyordu. Ama her kimse ona daha
çok yaklaşıyordu. Korkuyordu. “Merak etme güzelim, sana zarar vermem. Ama seni es geçemem.” dedi.
Sesi kalındı ve erkek olduğunu anlamak için kurduğu cümle yeterliydi. “Ben
senin bildiğin kızlardan değilim, başka kapıy-“ Ama cümlesini bitiremeden adam
dudaklarına yapışmıştı. Adamı itse de adam geri çekiliyordu, eteğinin fermuarını
açtığını hisseti, adama vurdu ve hemen kaçmaya başladı. Korkuyordu ve bir an
önce uzaklaşmak istiyordu. Parktan çıktığı sırada adam önünü kesti ve “Benden
kaçmazsın bebeğim.” dedi. Paura’ya yaklaştı ve dudaklarına yapıştı. Artık
dayanamıyordu. Adama fark ettirmeden ayakkabısını çıkardı ve adamın karnına
sapladı. Adam yere yığıldı, Paura adamın ölmediğini biliyordu, koşarak oradan
uzaklaştı. Ama adamın peşinden geleceğini biliyordu.