Chosen Master RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Chosen Master RPG
 
AnasayfaAnasayfa  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
Kurgu
    Profesör Austin'in deneyi yalnızca özel yetenekli gençlerin ortaya çıkmasına sebep olmamıştı. Okul pencerelerinden, kapılarından sızan buharın; toprakla, havayla, suyla ve çeşitli elementlerle etkileşimi sonucu bir takım varlıklar daha oluştu. Bunlar tekin yaratıklar değildiler ve gelecekte özel yetenekli Master'lara büyük sorunlar çıkaracaklardı.
Yönetim Kadrosu
Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade. Ynetici2Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade. Ynetici3Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade. Ynetici4
Duyurular
#Sitemiz açılmıştır.

#Sitemizdeki avatar boyutu, 150|3xx'dir.

#Sınıf başkanı seçimlerine adaylık için lütfen Tık.


 

 Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Varg Kjørsvik
Sobrius | Tiro
Sobrius | Tiro
Varg Kjørsvik


Nerden : Norveç

Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade. Empty
MesajKonu: Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade.   Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade. Icon_minitimeSalı Eyl. 06, 2011 9:39 am

Tek kişilik rp.





    Denizin dibindeki domatesten ne farkları vardı ki? Kendi hallerinde sürünüyorlardı bir nevi. Tıpkı onlar gibi kendileri de akşam geldiği vakit yapayalnızdı. Birkaç gezgin dışında kendisiyle çelişmemeye çalışıyordu fakat namümkün, ne mümkün? Böylesi bir sistem içerisinde özellikle. Gerçi bir başkası hakkında bir başka fikri de yoktu ya; “ Ne nasıl olur? ” diye. Yine de merak ediyordu insan, domates olsa bile “ Suyun üzeri nasıldır? ” diye. Yani kocaman bir taş düşünüyordu üzerinde devasa küçüklükte bir anemon; hoş bir lale. Şimdi bu taş neydi? Balık mıydı? Balıksa, onu hatırlar mıydı eskilerden? Esneme hareketlerinden sonrası biraz flu azıcık da net gibi. Emin olamıyordu çünkü entropiydi bu, durmak bilmezdi. Peki o zaman merak etmez miydi domates suyun altında da olsa “ İnsanlar basit bir kalemle bile nasıl oksimorona giriyorlar? ” diye. Basit bir kalem, altı üstü bir kalem. Suyun altındaki, dibe vurmuş bir domatese hiçbir anlam ifade etmeseydi de basit bir kalem.

    Uyandı. Kendinden geçmiş olduğunu betonun üzerinde duran, elinden kaymış plastik ince çubuğu fark edince anladı. Küflü havanın bedenini nüfuz ettiğini hissediyordu. Hatırladı: Yalnızlık o an en ihtiyaç duyduğu şeydi ruhunun ve, bu okulda tuvaletlerde bile sağlanamayan mahremiyeti sağlayacak yeri bulmuştu: bodrum. Tıpkı yattığı zemin gibi ıslak ve soğuktu vücudu. Bu halde, gitmesi gereken bir ders varsa eğer- buna dair bilgisi uçup özgürlüğünü ilan etmişti - nasıl gideceği hakkında bir fikri yoktu ve işin en güzel, en zevkli kısmı da buydu: Aklına takmamak. Kafası iyiydi, üşüyordu ve sıcacık evlerinde, sıcacık kıçlarının üzerinde yayılanlar hakkında iç açıcı şeyler düşünmüyordu, kendisinin de bir zamanlar öyle olduğunu unutarak. Kendisinin çekilmezliğini bu bodruma sunmuştu. En azından öyle düşünüyordu. Kaçacak zaman değildi ama kaçmıştı. Ne zaman kaçacak zamandı ki? Bir deli olarak kendisi, sıcaklığı vücut için idealdışı soğuklukta bir bodrum ve ekstra olmasa da bunları yapabilecek güç. Kendi deliliği yapacağı tüm eylemler için yeterliydi. Sarı saçları dağılmıştı, dmt'den dolayı yanakları kızarmış, duruma göre renk değiştiren gözlerini loş ışığa alışabilmek için kısmıştı. Bir çeşit düşmüş tanrı gibi görünüyordu. Her göz kırpışında aklına düşen harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri, cümleler düşünceleri oluşturuyordu. Kim bilir belki de sırf bunlardan kurtulmak için tüm bedenini soğuk bir duşun yağmuruna bırakmak istiyordu. O an hissedeceği bir şey olacaksa salt soğuk olmalıydı.

    Tüm bilinçsizliğiyle çoktan ayağa kalkmış olması, onu şaşırtmıştı. Zira ayağa kalktığını hatırlamıyordu. Duş fikri tüm misafirperveliğiyle onu çağırıyordu lakin, ondan önce gireceği bir ders olması lazımdı. Buna dair bir hayalet düşünce beyin kıvrımlarını yoklarken hafifçe, gideceği bir ders var mıydı, hatırlayamadı. Ayakkabılarını betonla tanıştırdı, bir örümcek ile gözgöze geldi. Bedenindeki sıcaklığı dengeleyen bir şey yoktu o an. Dmt'yi kullanalı beri ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Tek bildiği o anda çoktan tripte olduğuydu. İnsanın başını döndürebilecek her şeyi söyleyebilir ve yapabilirdi. Lakin başını döndürebilecek biri orada değildi. Gözlerini daldığı yerden aldı, bedenini merdivenlere doğru yönlendirdi. Kırmızı, mor, mavi dallar, şekiller, hayal gücünün bütün akıntıları gözlerinin önündeydi. Aslında tek gerçek olan merdiven görüntüsünün önünü çok fazla kaplamışlardı. Yine de ilerdeki girintili karaltıyı seçebildi. Ayakları merdiven sınırlarına dahil oldu. Sol ayağı ilk basamağı yokladı. Sağ ayağı ona eşlik etti. Sonrasında orada, o ilk basamakta, birden durdu. İçindeki tüm bağırışlara ara verdi. Tüm kalabalığı ıssızlaştırdı. Salt boşluk hakimiyetine girdi. Gözlerini kırpıştırarak uyarıcının etkilerini gidermeye çalıştı, görüntüsü netleşti. Önünde uzanan diğer basamaklar. Ve o şehri çok uzak mesafede gördü, koyu yeşil renkteydi. Üstünde titreşen ışıklar ve bulutlar vardı. Son derece hızlı hareket ettiği için, tanımlanması çok güç olan muhteşem geometrik şekillerin yavaşlamasının ardından uzaklardaki o şehri gördü. O bu manzarayı izlerken bir ışık topu tam da gözlerinin önünden “ Bu da neydi? ” dedirtircesine, geçip gitti. Bu kadar yakın olması dışında korkmadı. Etrafına bakınmaya başladı ve, sanki o yerin içindeydi. “ Neden buradayım? ” derken içinden, hemen sağında, kocaman bir burnu ve yeşil cildi olan kadını gördü. Bir düğme çeviriyordu, fark etti ki uzaktaki şehrin ışıklarının gücünü artırıp azaltıyordu. Ona baktığını fark edince;

    “ Başka ne istiyorsun? ”

    “Başka neyin var? ”

    Tabii o kadınla konuşması ve bunların hepsi zihninde oluyordu. Dmt. Çok fazlası psikedelik bir etki yaratıyordu, bu yüzden “ruh molekülü” deniliyordu. Sanki psikedelik bir bungee jumping yapıyor gibiydi. Çok hızlı değişen bir ortamın içine acemice atlamış gibiydi, bunu her aldığında. Bir yerdeydi, sonra Bang! başka bir yerde. Sonra tekrar Bang! ve yine eski yerinde. Yani “ Ben kimim? ”, “ Burada ne yapıyorum, ne işim var? ”, “ Ne öğreniyorum? ” gibi soruları sormaya pek fırsatı olmuyordu. Açıkçası o an merdivenin bile gerçek olup olmadığını bilmiyordu. Önemli de değildi. Bu gibi durumlarda, yani bu halüsinojeni aldığında, zaman unufak oluyordu. Zaman doğrusalının hiçbir anlamı kalmazdı. Zamanın çöktüğü ilahi makamdı o zaman. İnsaniyetine ait tüm tabakalar gittikçe soyulup, dökülürdu. Nihayet, sonunda, neredeyse son tabakada, bu tabakanın ne olduğunu tarif bile edemezdiniz ama sanki sizi insan olarak tanımlayan o son tabaka, ve puf… o da giderdi. Artık bir insan olmazdınız, aslında artık tanımlayabileceğiniz hiçbir şey değilsinizdir. Zaman kavramı yoktu. Bedeninden kovulmuştu. Bedenini geride bırakarak, sapma hızında giderken, geriye doğru DNA' larının içinden geçip diğer taraftan evrene açıldı. Beyaz bir ışığın tam altından girdi. İçine girer girmez, ayrı olduğuna dair tüm hisleri yok oldu. O an ne yapıyor olduğu, geçmiş ve gelecek hissi de. O kadar keyifliydi ki, hissettiği şey, o kendisi değildi, kendisi her şeydi. lşığın ta kendisiydi, ne ayrılık, ne gölgeler, ne de farklılık; geçmiş, gelecek hissi de yoktu. Sadece şu an ve beyaz-sarı bir ışık. Sonra o ışıktan aşağı düşüyor olduğunu hissetti. lşığın dışındayken, ışığın tıpkı güneşten kopan alevler gibi olduğunu fark etti. Düşerken, bu muhteşem ayrılmayı hissedebiliyordu. Gözlerini birkaç kere kırpıştırmak zoruda kaldı. Bunu yapmasıyla bütün imgeler silindi. Merdivenler ve küflü kokuyla baş başa kaldı yine.

    İğrenç yeşil bir rengi olan nemli duvara yaslandı, gözlerini kapadı. Birdenbire evrendeydi, o kocaman boşluk ve varlıklar. Kendisiyle o varlıklar arasında uzanan pembe ışıklı gökkuşağına dokundu. Onu beyaz ışığa döndürmek istiyordu. Ama o inanılmaz pembe ışık, aşk enerjisi ve sevgi kapasitesi, insanoğlu olarak kendilerinin sahip olduğu bir şeydi ve kendisi onlara bunu yollamaya çalışıyordu. Öz bilincin sonsuz uzayında yapılan bu meteorit seyahatte birden önünde resimli puzzle desenli bir kapı belirdi. Kapı onu kendine çekiyordu, içinden vızıldayarak hızlıca geçti; ama artık resimli puzzle desenli kapının ne olduğunu biliyordu. Orası insani varlığının varabileceği en son noktaydı. Orası sizi insan olarak tanımlayan şeye geçiş kapısıydı. Oradan geçip gittiğinde, insan olmanın ötesine geçmeye başlardı ve ne kadar çok ilerlerse, insan olmaktan o kadar uzaklaşırdı. Bu noktada bu kapı her şeydi. Orası onun insan olarak tanımlanmasına neden olan her şeydi. Orası onundu. O kapı oydu. Orası tüm gerçekliğin açığa çıktığı öz noktaydı. Anlamların oluştuğu, sembollerin aktığı, sarmaş dolaş olduğu nokta. Her bir dildeki her bir sembol ya da harf bu noktadan çıkıyordu. Etrafına bakındı ve anlayabilmek için her şeyi içine çekmeye çalıştı. Ama her yerde daha önce görmediği makinalar ve yapılar vardı, ne olduklarını hiç bilmiyordu. Bilgisayar laboratuarındaki bir mağara adamı gibiydi. Hiçbir fikri yoktu, ama buranın çok ileri bir medeniyet olduğunun bilincindeydi. Ne tür bir yaşam biçimiyse; kendi dünyalarında bildiğinden çok daha ileriydiler. Kendisinin “oyuncak atlar” adını verdiği, birbirlerine kenetlenen, bağlı, titreşen oyuncak atlar gibi görünüyorlardı ona. Birbirlerine kenetleniyorlardı ve sonsuz görünen bir görsel bir desen oluşturuyorlardı. Ve o içerde, dışarda, içinde, her yerde oluyordu. Artık kelimeler kifayetsizdi. Uzayın dokusu sanki Meksika döşemesi gibi renk cümbüşü kaplamıştı her yeri; ama aynı zamanda topraktan, balçıktan yapılmış gibiydi. Dünyadaki bir şeyi işaret ediyordu ama dünya değildi. Göz yoktu, sadece tanık olma hissi vardı. Bu inanılmaz kubbeli uzayda, her şeyden uzaklaştırılmıştı. İçinde hayal edebilecek tüm renkleri barındıran, mozaik camdan yapılmış bir katedral gibiydi. Son derece parlak ve canlı renkler, çok büyük, muhteşem bir dom yapı, küçük bir gezegen büyüklüğündeydi. Bir de şu kanatlı yaratıklar vardı, silik silik. Gözlerini açtı, basamakları çıkmaya başladı. Kapının kolunu kavradığında, durdu. Tüm dünya kocamandı. Ayaklarının altında ve tüm dünya dönüyordu. Her zamankinden farklıydı bu sefer. Bu sefer, başka bir şey vardı. O ayakta duruyordu ve dünya dönüyordu. Oydu tüm evrenin merkezi. Ve her şey dönüyordu. Ne aşağısı vardı ne de yukarısı. Sadece yuvarlanıyordu, yuvarlanıyorlardı. Tüm benliğiyle inkar ettiği tanrıyı iliklerine kadar hissettiğini anlıyordu sanırsa. İliklerinde hissediyordu o soğuğu ve terliyordu çok garip şekilde. Her turda. Gözlerini kapatıyordu tüm bu acı geçsin, bitsin diye. Yeter! Dünya dönüyordu hem de kapsayan kümesi evren ile birlikte. Tek sabit kendisiydi ve diğer her şey onu sarmalıyor, sıkıyor, eğiyor, büküyordu. Tüm dünya dönüyordu. Düşüyordu da. Olması gereken güneşin olmayan sıcaklığı vurmuyordu yüzüne, hala soğuk. Değil evren, değil dünya kendisi dönüyordu. Bir de şu kanatlı yaratıklar vardı, tam olarak neye benzediklerini kestiremediği silik şeyler. Melekler? Görkemli bir şekilde uzayda süzülen meleğe benzer şeyler. Bu kadar güzel süzülen bir şey daha önce hiç görmemişti. Orada sanki başka bir âlem vardı. O anda hissettiği şey oranın ilahi âlem olduğuydu, ilahi alem. Bu bir düşünce gibi değil, ama sanki içine doğan bir farkına varış gibiydi. Hiç kişisel değildi. Ta ki tüm ruhların yeniden doğmayı beklediği yerde olduğunu anlayana kadar. Evet oradaydı. Daha önce de defalarca gittiğini hatırladı. Hayatında ilk defa bu kadar huzurlu hissediyordu. Her şeyin örtüsü kalkmıştı, her umudun, korkunun, maddi dünyayla bağlantılı herş ey sıyrılıp gitmişti. Özgürdü, sadece öz ruh… Bu yaşadığı duyumsal farkındalıkla bütünleşme hissi tüm bu deneyimlerin bir parçasıydı, dmtnin. Bir bedene sahip olma ve biraz daha fiziksel varlığı hissetmek gereği duydu. Çok fazla gözleri kapalı kalınca ya da odaklanmayı kesince gerçekliği yitirecekmiş, çıldıracakmış gibi oluyordu. Ah evet işte burdaydı, bir bedende yaşıyordu, kapının kolunu tutuyordu ve her şey yolundaydı. Mıydı acaba? Hemen karşısındaki kapı da gerçek değil miydi yoksa? O da halüsinasyon olabilir miydi? Başını sağa sola salladı. Kendi kendini rahatlatması, kendi kendini yememesi için. En çok bu geri dönüş anını sevmiyordu. Sol elinin soğuk parmakları metal kolu aşağı doğru çektiğinde kapının dili geriye doğru kaydı yerinde ve kapı, gerçek öğrencilerin doldurduğu gerçek bir okul koridoruna açılan o dar aralığı sundu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Out like a dying bird, in the corner of the penny arcade.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Chosen Master RPG :: Arizona Devlet Lisesi :: 
BODRUM KAT
 :: Depo
-
Buraya geçin: